Aşiretler dalaşı

Feodal yapılanmadan kurtulamamış geri toplumlar aşiretlerle yönetilir. Feodal bey ya da aşiret reisinin hem temel üretim aracı olan toprağa hem de mülkiyetini (mülkiyet hakkını değil!) koruyacağı savaşçılara ihtiyacı vardır. Feodal yapılarda ve aşiretlerde hukuku feodal bey yapar ve uygular. Böyle yapılarda feodal bey aynı zamanda feodal yapının kendisidir ne meclis vardır ne de günümüz Türkiye’sinde artık sözde kalmış olan kuvvetler ayırımı ilkesi. Yönetim, hem güven hem de güvence açılarından ailesel ya da aşiretseldir. Feodal yapılarda ve aşiretlerde bey ile kullar arasındaki ilişki baskıya, kurulan baskının meşruiyet kazanması ise, aile çevresi hariç, kullar arasındaki ihtilaflarda feodal beyin vereceği kararlarda beyin olabildiğince hakkaniyeti gözetmesi ile sağlanır. Bu yönetimde karnı biraz doyan kullar feodal beye örtülü korku ile taparlar. 17. yüzyılın ikinci yarısında ve 18. yüzyılın başlarında Fransa’yı yöneten XIV Louis’in hızını alamayıp, “devlet benim” demesi gibi, feodal bey de aşiret reisi de feodal yapının veya aşiretin kendilerinde cisimlendiğine inanırlar ve inandırırlar.

Bir yörede iki aşiret ya da feodal yapı var ise, aynen devletlerin çatışması gibi söz konusu yapılar da aralarında çatışarak güç hakimiyeti oluşturmaya yeltenirler. Mafyatik ilişkilere benzer biçimde, eğer bir yapı üzerinde iki güç belirli koşullarda birbirlerine destek vererek ortaklık şeklinde işleri yürütürlerse, orada rant paylaşımı ya da, daha da önemli olarak, ileriki dönemlerde topluma hakimiyet planlarına dek birçok konuda çatışma çıkabilir. Zira, yönetime hakim olmak, para, silah ve taban anlamında güç gerektirir. Bu nedenle, çirkin koalisyon ilk aşamanın ertesinde son bulmak durumundadır.

Türkiye aşiretleşerek, aile işletmesi görüntüsüne bürünerek, hızla geri kalmışlık karanlığına çekiliyor. Başta siyasiler olmak üzere, bazı aveneler, olup biten olayları yükselen bir Türkiye’yi geriletmek ve hızını kesmek için yabancıların komplolarına bağlayacaklarına, bizzat kendilerinin uyguladıkları ve ısrarla direndikleri politikalarla ülkeye nasıl zarar verdiklerini düşünmeliler. Eğer ülkeyi aşiretleştiren ikili yapı farklı mevkilerde mevzilenerek, ülkeyi felakete sürükleyici karşı hamlelere yöneliyorlarsa, bunun adı ikili devlet yapılanması değil, feodal ya da aşiret yapılanmasıdır. Aradaki fark, birinin suç, diğerinin hakimiyet siyasetidir. Ne iktidar partisi iktidara yürürken cemaat yapılanmasından bihaber olup, onun desteğini yadsıyabilir ne de cemaat iktidar partisine yeşil ışık yakarken ak sütten çıkmış masumiyetine sahip olduğunu ileri sürebilir.

Türkiye’de şöyle veya böyle kapitalist sistem ilerledikçe, hatta dünya emperyalizmiyle giderek daha yakın ilişkiler oluşturuldukça, Poulantzas’ın devlet oluşum aşamalarına ters gelişmelere tanık oluyoruz. Bir yandan, liberal devlet formundan, yürütmenin parlamentoya hakim olduğu baskıcı devlet yapılanmasına, hatta daha ileri aşama olarak bir dizi ekonomik süreçlerin havale edildiği “konseyler” yapılanmasına geçilirken, diğer yandan kamu kesiminin denetimden uzak tutulduğu, yönetimin fiilen tek yetkili kişiye indirgendiği bir siyaset ve kamu yönetimi rejimi hakim kılınmaya çalışılıyor. Nitekim, başkanlık sistemi talebi ya da cumhurbaşkanının parti başkanı olması gerektiği gibi, bugünkü yönetimi daha da koyulaştırmaya aday yönetim biçimlerine yönelişler otoriter devlet yapısı inşasını akıllara getirmektedir.

Bu çelişkili gelişmenin bir izahı olmalı! Sanırım, böyle bir izahı bulmak pek zor değil. Tüm çelişkiler ve zıt gelişmelere rağmen, emperyalist merkezlerce ve içerideki avenelerce, ufak bazı çıkışlarla da olsa, gidişat demokratik olarak değerlendiriliyorsa, bir tarafın görüşünün kaçınılmaz olarak yanlış olması gerekir. Evet, görüşler arasında böyle bir farklılık söz konusudur. Farklılık şurada ki, Batılılar ve emperyalistler Türkiye’deki gelişmeleri “pratik açıdan ve kendi çıkarları yönünden” değerlendiriyor ve tasvip ederken, aynı süreci içeride bizler “kamu yararı açısından olması gereken” ölçütle değerlendiriyor ve eleştiriyoruz. Diğer bir deyişle, bir taraf atomize ünitelerin “çıkarı” açısından, diğer taraf ise topyekûn ulusun “yararı” açısından her türlü denetimden kurtulmaya çalışan devlet yapısındaki patolojik gelişmeleri irdelemektedir. Söz konusu farklılığı netleştirebilmek amacıyla kullanılan “çıkar” ve “yarar” kavramlarının açılması ve hangisinin yanında olunması gerekliliği ölçütü ile siyasetin değerlendirilmesi gerekmektedir. Kısacası, bugünkü görünümü ve işleyişi, hatta gidişatta ısrar edercesine sürdürülen siyaset anlayışının “çıkar”a mı, yoksa “yarar”a mı hizmet ettiği söz konusu sır sözcüklerde saklı olsa gerek!

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı adayı Sayın Aydemir Güler’i sevinçle karşılıyorum. Kendisine başarılar diliyorum.