Antalya Zirvesi

G-20’ler sorun üreten merkez temsilcileri olduklarından, yarattıkları sorunu çözmeleri işin doğasına aykırıdır. Zirvenin konusunu oluşturan küresel ekonomik sorunların önüne göçmen sorunu ve Suriye konusu, hatta onlardan da önemli olarak terör konusunun geçmesi oturumların önemini bir kat daha artırmış gibi gözükmekle beraber, dünyanın huzurunu bozan olayların asıl yaratıcılar toplantısının hayra yorulması herhalde beklenmez! Basının verdiği bilgiye göre, Arap Baharı ile başlayan ve Ortadoğu’yu kaplayan “gizli işgal” harekâtının mimarı, son gün bir basın bildirisi ile zirvede varılan sonuçları açıklayacakmış. Keşke bu tür sembolik toplantıların bildiri okuma aşamasında birinin kalkıp, “bir dakika, bu ne küstahlık” çıkışı yapsa! Ama bu “bir dakika” çıkışı  seçmen tabanına şov niteliğinde değil de, içten ve samimi yapılsa!   

Evet, özünde bu tür toplantılar saygısızlık, hatta toplumların aklıyla alay edercesine küstahlık mesabesindedir. Zira, kapitalizmin tüm çevreyi kasıp kavurduğu dönemde, güçlü merkezlerin kendi aralarındaki çekişmeler ve alan kapma savaşları esnasında kullandıkları ve ezdikleri kesimler bir fırsatını bulup karşı saldırıya geçtiğinde ileri dünyanın modern ve insan haklarına sözde saygılı insanları ayağa kalkıyor ve kendi davranışlarını gözden geçirme ve mazisi ile yüzleşme ihtiyacı dahi duymadan eserlerinin sonucunu yargılamaya ve baskı altına almaya yeltenmektedir. Hollanda’dan başlayan, İngiltere, Fransa, Belçika, İspanya, Portekiz gibi kapitalizm tarihinin baş sömürgecileri  denizaşırı sömürgecilik ve soygunlarla bugünkü ince medeniyeti(!) kurarken düşünmedikleri ya da hayal etmedikleri gelecek bugün karşılarına dikilmiş bulunmaktadır.

İŞİD’in bugün yaptığı ile geçmişteki sömürgeciliğin nasıl bir ilişkisi olduğu sorgulanabilir. Bu sorgulama Türkiye’de iki saçma seçim arasındaki beş ayda yaşanan terör olayları ile AKP’nin nasıl bir ilişki içinde olduğu sorusunu andırır. Herhalde, beş aylık sürede yaşananlar doğrudan ve o andaki oluşumu ile AKP’ye fatura edilemez, ama iktidar süresi içindeki belirsiz ve beklenti yaratan politikaları ve özellikle de Haziran seçimi öncesi ve sonrası demokrasi ile bağdaşmayan eleştiri ve davranışı ile tüm olayların birinci derece sorumlusu herhalde iktidardaki siyasi yapıdır. Zira, insan düşünmeden edemiyor; nasıl oldu da bu beş aylık sürede böyle bir oy kayması yaşanacağı öngörülebildi. Bugün sokağa çıkma yasağı koyup insanları günlerce evine tıkıp çukurları kaldırdığı ve mayınları temizlediği iddia edilen iktidarın o yörelerdeki valisi nasıl oldu da bunlardan haberdar olamadı? 10-15 günde ancak temizlendiği iddia edilen birikim tek bir gece karanlığında kotarılmadı ya!  Aynı şekilde, bugünün ileri kapitalist ülkeleri de şu anda maruz kaldıkları, insanlık açısından kesinlikle tasvip edilemeyecek olaylardan kesinlikle sorumludur. Ne var ki, ileri ülkeler bu sorumluluklarını bugün kabul etseler dahi kısa sürede yapabilecekleri fazla bir şey olmadığı gibi olayları etkili biçimde engelleme gücüne de sahip değiller. Çok hoşuma giden bir benzetmeyle ifade edecek olursam, mikrop çekiçle öldürülemez.  

Bugün yaşanan terör olaylarını, kapitalizmin işleyiş dinamiklerinin organik sonucu olmanın yanında, iki nedenle açıklayabiliriz. Birincisi, tarihsel sürecin derinlerine kök salmış intikam duygusunun saptırılmış yansıması, ikincisi ise sorunu sergileme ve farkındalık oluşturacak politik ifade dilidir. Sistemin ürettiği böylesi dokunun yöneldiği birinci amacı önlemek fiilen çok güçtür; ikinci amacın önlenmesi ise güçlü merkezlerin çıkarına terstir. Hal böyle olunca sonuçtan ümitvar olmak da güçleşmektedir.

Hepimizin gözleri önünde cereyan eden, bir zamanların Yeşil Kuşak çemberinin oluşturulması, zamanla Taliban grubunun ortaya çıkarılması, bu grupların ve daha birçoklarının silah üreticilerini palazlandırıcı şekilde donatılması devletler tarafından ya da himayesinde oluşturulmuş gelişmelerdir. Söz konusu güçler belirli mali ve silah kaynağını ele geçirdikten sonra otonomi ve hareket yeteneği kazanabilir ve kendi hedeflerine yönelebilirler. Bu yönelişte geçmişin intikamı niçin önemli bir dürtü olmasın ki! Bugün karşı karşıya kaldığımız kalkışın bir politik mesaj verme amaçlı çatışma dili kullandığını söylemek fazla geçerli görülemez. Öyle anlaşılıyor ki, bugünkü dil intikam kalkışı dilidir ve o nedenle önlenmesi çok zordur. Tabiatıyla büyük güçlerin kısa süreli baskılamaları gündeme gelebilir, ama her baskılama kısa süreli durağanlık yaratırken, aynı zamanda da ileriye yönelik daha büyük patlamalara gebe durum oluşturur. Bu görüş, açıktır ki, Türkiye’deki operasyonlar için de geçerlidir. Zira, ana sorunu çözmeye ya da müzakereye yönelik hiçbir adım atılmadan salt baskılama hiçbir soruna çözüm olamaz.

Kapitalizm tarihsel süreçte çevreyi sömürme pahasına kendi medeniyetini kurarken gelecekte bir gün çevrenin bunu sorgulayacağını aklına dahi getirmedi. İkinci Paylaşım Savaşı sonuna doğru oluşturulan Dünya Bankası içindeki Kalkınma Bölümü saçtığı paralarla ünlü akademisyenlere kitaplar ve makaleler yazdırarak bizlere “geri kalmış” değil fakat bizzat bizden kaynaklanan nedenlerle “kalkınmakta olan ekonomiler” olduğumuzu öğretmeye kalktı. Bu çaba dönemin yükselen komünizmin eseridir. Zira, çevre ekonomilerin belirli kalkınmışlık aşamasına gelmeleri merkez kapitalist ekonomilere siyasal güvence oluşturduğu gibi ekonomik yarar da sağlıyordu. Nitekim, Antalya Zirvesinin konusunda da terörün yanında, dünya ticaretinin geliştirilmesi ve yeni emek politikaları ile istihdamın yükseltilmesi de bizzat sermayenin çıkarına yönelik hedeflerdir. Komünistlerin varlığında çevresel ekonomileri proje-kredisi ile kıpırdatarak kapitalizm kuşağına dahil eden kapitalistler, şimdi de etrafa saçtıkları çaresiz insanları ucuz sömürü maddesi, hallaç pamuğu gibi attıkları ülkeleri de denetimsiz kirli üretim alanı olarak kullanma hazırlığı içindeler. Zirvede emekçi gruplara ne gerek var ki, nasıl olsa demokratik ve liberal kapitalist sistemde çaba emeğin, söz ise zeki ve girişken sermayenin değil mi!

Günümüzde kapitalizm sıkıştıkça bizzat kendisine yönelik silah da üretir ve satar, gençlerin mahvolması pahasına eroin de üretir ve satar, ürettiği ilaçları da acil hastaların ulaşamayacağı tekelci fiyatlarla piyasaya sürer. Sonra da parıltılı uluslararası konferanslar düzenleyerek ürettiği sorunlar için timsah gözyaşları döker. Bugün her kapasitede silaha ulaşmak, çatışan kapitalist çevrelerden bu konuda destek almak hiç de zor olmasa gerek. Hal böyle olunca çıkarcı kapitalist silahlandırdığına “terörist” derken, terörist olarak nitelenen de kendisini öyle görmekte ve halklara gerçek yüzünü gösterememektedir. Bu oyun içinde silah satışı perdelenmekte, siyasetçinin teröriste karşı sahte kahramanlığı öne çıkmaktadır. Silah tüccarları çıkarcı siyasilerin arkasına gizlenerek mi para kazanmakta, yoksa çıkarcı siyasiler silah tüccarlarını arkalarına alarak mı güç peşinde koşmaktadır?  

Kapitalizmin tiranları ve siyasileri hiçbir zaman terörü bir talep dili ya da sistemi irdeleme önerisi olarak almazlar, alamazlar. Zira, eğer terör olarak nitelenen kitlesel kalkış bir siyasi talep dili olarak algılanırsa, ulusal ve uluslararası ortamlarda sistemin temellerinin sorgulanması kaçınılmaz olur. Eğer böyle bir sorgulama yapılıyor olsa idi, zaten terör zemini oluşmazdı ki! Önümüzdeki günlerde yapılacak olan “Çevre Konferansı” ve her an yaşadığımız kapitalist krizler bizi uyarmıyor mu! Bu uyarılara kulak vermediğimiz durumda, halkı canından bezdiren teröre nasıl daha soğukkanlı ve çözümleyici bakabiliriz ki!