'Almam desem olmaz'

Ermenek cinayetinde yaşamını kaybeden Tezcan Gökçe'nin babası devletin gönderdiği lastik ayakkabıları kabul etme gerekçesi olarak böyle söylemiş: "almam desem olmaz"! Sayın Gökçe "olur!", hem de bal gibi olur. Devletten şefkat değil, hizmet beklenir. Kapitalist devletin halka, özellikle de emekçilere gösterdiği şefkat, gerçek değil, sistemin meşrulaştırılması aracıdır. İktidar, emperyalistleri ve kar hırsı doymayan patronları, halka verdikleri bir parmak bal ile açtıkları yolda ilerletiyorlar.

Kapitalist devlet politikaları ve toplumsal davranış tezahürleri gibi karmaşık dokular, temelde iktisat olmak üzere, sosyoloji, psikoloji ve siyaset bilimi gibi sosyal alanlarda analiz edilir. Geçtiğimiz hafta sonunda "Sosyoloji Kendisini Tartışıyor - II" başlıklı çok yararlı bir seminerde akademisyenler, "Türkiye'de Sosyolojinin Mihenk Taşları" konusu altında, Ziya Gökalp ve Prens Sabahattin'den başlanarak, günümüze dek, Hilmi Ziya Ülken, Niyazi Berkes, Behice Boran, Şerif Mardin, Mübeccel Kıray, Cavit Orhan Tütengil, Cahit Tanyol, İsmail Beşikçi ve Kadir Cangızbay gibi isimleri tartışma odağına oturttu.

Çok yararlı geçen tartışmalarda ortaya çıkan genel konuların düğümlendiği en önemli nokta, maalesef, bilim yaşamımız açısından çok büyük bir derinlik yaşanmamış olduğudur. Geleceği daha güçlü kurabilmek adına, geçmişi ve yaşananı eleştirmek hem hak hem de görevdir. Bu açıdan konuşmaların genel seyrinden çıkan çok önemli bir neticenin, sosyoloji gibi her toplumun kendine özgü çok farklı dokusunun irdelenmesi gereken alanda Batıdan aktarmalar yapılmış olduğunun belirtilmesi düşündürücüdür. Toplumsal olguyu irdeleyen sosyolojinin üniversal kuralları ancak yöntem açısından söz konusu olabilir. Umalım ki, bundan böyle sosyologlarımız hem Batıdan alabilecekleri hem de kendilerinin geliştirebileceği yöntemlerle toplumsal yapıyı gelecekte geçmiştekinden çok daha derin analizlere tabi tutacaklardır.

Sosyolojinin gerek eğitim gerek araştırma alanlarında yansıyan çok önemli bir sorununun, sosyal fenomonolojinin temelini oluşturan iktisatla bağını zayıf tutuyor olduğu anlaşılmaktadır. Marks-Althusser yaklaşımı kesinliğinde görülmese bile, ekonomik üretim ilişkisinde alt-yapının sosyal yaşamımızda birçok alanı belirlediği gerçeği karşısında, sosyal olguyu salt üst-yapıdaki yansımalarla açıklamak totolojiden öteye geçemez. İktisattan soyutlanmış yapılanma özellikle siyaset bilimini, kapitalizmin en etkili afyonlarından biri konumuna getirmektedir. Ekonomi tartışılmadan, "demokrasi", "özgürlükler" veya "liberalizm" gibi kavramlar, içi boşaltılmış olarak tartışılmakta ve bu yöntem baş sorumlu sistemin aklanmasında ustaca kullanılmaktadır.  

Küreselleşme ile tüm yerküreye sınıf bilincini ikame edercesine aşılanan alt kimliklerin irdelenmesi ve bu bağlamda dünya ve yerel ekonomik koşulların devlet eli ile dayatıldığı görüşünün irdelenmesi ve anlaşılması ancak sosyoloji-ekonomi ilişkisi ile olanaklıdır. Böyle bir yaklaşımda, günümüzde farklı etnik gruplara uygulanan ayırımcılık ve baskıların, bir örgüt olarak bazı aşırılıkları olmakla beraber, salt bir devlet politikası olarak ele alınması açıklayıcı olarak görülemez. Zira, alt-kimliklerin varsıl toplumlarda yoksul toplumlar kadar öne çıkmaması bunun en belirgin kanıtıdır. Farklı grupları aşağılayarak ve dışlayıp yalnızlaştırıp çaresizleştirerek olabildiğince ucuz emek üretmek ve böylece birikimi olabilecek en üst düzeye çıkarmak bir sosyal çevre kirliliğidir, ama bu kirliliğin tek sorumlusu uygulayıcı araç rolündeki devlet aygıtı değil, uygulanan ekonomik sistemdir. Ekonomik sistemler farklı gelişmişlik düzeylerinde farklı senaryolarla uygulanır. Örneğin, Avrupa ülkelerinde ya da ABD'de Türkiye'deki kadar ayırımcılığın bulunmadığını ileri sürerek , aynı kodlu sistemlerde farklı uygulamanın bulunabiliyor savı ile sistem aklanamaz. Zira, ülkesel uygulamalar tarihsel koşullar, ki o da ekonomiden etkilenmekte ve öylece belirlenmektedir, yanında birinci derecede halen dünyada ve ülkede uygulanmakta olan ekonomik sistemden kaynaklanmaktadır.

Geçmişteki ve halen yaşayan sosyologlarımızın çok önemli bir malzeme avantajı, yıkılan bir  imparatorluktan genç bir ulus devlete dönüşen ya da dönüştürülen toplumun geçiş sorunları zenginliği olmalı idi. Genellikle aktarma ve taklit yöntemi üzerinde gelişmiş olan sosyoloji geleneğimiz, maalesef, toplumsal yapılanmada etkin rol yüklenemeden, toplumsal sürüklenmenin aynası olmanın ötesine geçememiştir. Kapitalizmin gelişip burjuvazinin güç kazanamadan derin sosyolojik çalkantı geçiren toplusal doku, küreselleşme ve emperyalistlerin Ortadoğu Projesi ile yüz yüze gelmişken, AKP'nin gerici-dinci projesi devreye sokuldu. Bu proje iki açıdan çok tehlikelidir. Birincisi, Türkiye gibi çok kültürlü bir toplumda "tek din-tek mezhep" anlayışı halkları böler ve çatışmaya sürükler. İkincisi, felsefe ve kültürden yoksun bir halk yığınının şekilsel dinsel dokuya büründürülmesi, özgürlüklerden uzak ve katı bir toplum yapısını ortaya çıkarır. Her iki sonuç da emperyalistlerin emeline hizmet eder. Zira, toplumun çatışmaya sürüklenmesi ve bölünmesi, küreselleşme döneminde hakim emperyalistlerin çevresel toplumları çatışmaya ve onları hakimiyet altına almaya yönelik projelerine uygundur. Aynı şekilde, felsefe ve kültürden yoksun katı bir toplum yapısı da, küresel politikaların çevre toplumlara dayatılmasında karşılaşılacak direnci kıracağından emperyalistlerin politikasına uygundur.      

Bu düşüncelerin ışığında, günümüzün AKP iktidarı sosyolojik açıdan irdelenmeye muhtaç bir durum olarak karşımızda durmaktadır. Bir yandan bizzat siyasal erki kullanan kadroların, diğer yandan da söz konusu kadroları iktidara taşıyan ve adeta bir "sosyal kalkış" algılaması ile bu kadroları iktidarda tutan toplum kesiminin derin bir sosyolojik ve ekonomik tahlile tabi tutulması elzem görülmektedir. Bundan da öte, dünya kapitalizminin gidişat profilinde Türkiye'nin aktif ya da pasif yüklendiği rol çerçevesinde, kimi çevrelerce iktidar olan siyasal kadroya, "demokratik" yaftası ile yeşil ışık yakma "cesareti" de bir başka açıdan izaha muhtaç görülmelidir. Siyasal görüş olarak sol ile sağ arasındaki kaymalar ya da zamanla itiraf edilen "aldanmışlık" ların hepsi birer sosyal patoloji olarak irdelenmeye muhtaçtır. AKP'nin bir olağan siyasal parti olmadığı görüşümü destekleyen en önemli olgu da, ortaya saçılan ve çok açık delillerle kanıtlanabilir onca yolsuzluk ve suç görüntülerine ve bu yolda aklanma yoluna gidilmemesine rağmen, sosyal kalkışın büyük bir ısrarla devam ettirilmesidir. Salt genel toplumsal yoksullukla açıklanamayacak bu olay, siyasal yönetici ve liderler üzerinden değil, sosyal taban üzerinden izaha muhtaç gibi görülüyor. Eğer Türkiye, 2000 dönüşümünü benimsiyorsa, henüz perçinlenmemiş ulus dokusu, 1950'lerden başlayan ve zamanla güçlenen kırılmalarla vardığı günümüz koşulunda, bu kez de dincilik bezemesi ile uyutularak, sonlandırılması aşamasını yaşıyor demektir.  1920'lerde girilmiş kapitalist çizginin, AKP iktidarı ile sonlandırılacağı yol budur!