Akademi siyasete eğilmez

Akademi camiası başta reel siyaset olmak üzere, sermaye ya da sair etki ve baskı örgütlerinden bağımsızdır ve onların üzerindedir. Evet, akademi siyasetin ve sermayenin üzerindedir. Bunun sebebi, topluma ve toplumsal kurumlara gerekli alt-yapıyı bağımsız olarak sağlayabilmektir. Üniversitelerin yönetsel özerkliği yanında, akademisyenlerin bilimsel özgürlüğü buna yöneliktir ve bunu gerektirir.

Bu düşünce iledir ki, meslek yaşamımın hiçbir döneminde üniversitelerin açılış günlerinde siyasetçilerin paylaşırcasına davet edilmelerine sıcak bakmadım, böyle hiçbir toplantıya da katılmadım. Bu tür toplantılara katılan meslekdaşlarımla da daima bu konuyu tartıştım. Zira, siyasilerin akademiye çağırılmalarını anlayamadığım gibi, böyle toplantılara koşarak giden akademisyenleri de hayatımda anlayabilmiş değilim.

Tabii aynı görüşüm iş çevreleri ve sair baskı guruplarına ait liderler veya yöneticiler için de geçerlidir. Üniversite-sanayi işbirliğinin üniversiteyi zedelemesi kadar, belki ondan da daha fecisi üniversite-siyaset ilişkisidir ver bu ilişkinin üniversiteye yaptığı tahribattır.

Geçen haftalarda bir üniversitede bir yönetici cumhurbaşkanının elini öpmeye kalkmış. Bu durum sadece o yöneticiye değil, bizzat cumhurbaşkanına da yakışmaz. Bir defa, yönetici görevi ile ilgili bir temas esnasında o şahsın görevini resmi şekilde yerine getirmesi gerekir. Akademisyenin yeri, görevi gereği, cumhurbaşkanı ile eşit, hatta bilimsel yol göstermek açısından, ondan üstün durumdadır. İlim camiası daima siyaset camiasından bağımsız ve onun üzerinde olmalıdır ki, siyaset camiasına karşı eleştirel olabilsin. Bu itibarla bu zatın davranışı fevkalade yanlıştır.

İlgili kişi, akademik sıfatı dışında özel şahıs olarak cumhurbaşkanına ya da herhangi bir kişiye istediği gibi davranabilir. Ama, üniversitede yapılan bir tören resmi ilişkiyi gerektirir. İlgili kişi böyle bir ortamda resmi sıfatı gereği davranış sergilemeli idi.

İkincisi, ilgili kişi adı geçen törende yönetici olarak bulunurken salt taşıdığı akademik sıfatı değil, akademik sıfatının yanında, akademik kurumu da temsil ediyordu. Akademik kurumun sıfatını taşıyan bir kişi kurumun vakarına yakışır davranmak zorundadır. Şu hale göre, gerek akademik sıfat, gerek kurum temsilciliği sıfatı açılarından ilgili şahsın davranışı fevkalade yanlış olmuştur.

Bu durum, cumhurbaşkanını da rahatsız etmiş olmalıdır. Zira, devletin başı olarak böylesi zayıf temsil niteliği taşıyan kişilerle karşılaşmak tüm devlet yetkililerini, hatta tüm ulusu rahatsız ve rencide eder.

Bir de şöyle düşünelim. Acaba, toplumda gördüğümüz bazı yanlış davranışların toplumsal nedenleri olabilir mi! Evet, tabii ki var. Şöyle bir düşünelim. Üniversite yöneticilerinin seçimi ve atanması kimin elindedir? Bunun yanıtı fevkalade açık ve nettir: 1980'ler ve YÖK'ten beri üniversite yöneticileri tabanlarının değil, formel olarak da gizli olarak da siyasilerin ve paralel vs gibi derin ve habis kuruluşların hakimiyeti altındadır. Hal böyle olunca, aday belirlemesinde ikinci ya da daha geride olan bir akademisyen rektör ya da dekan olarak atanınca, o kişinin psikolojisinin yıpranması kaçınılmaz olmaz mı! Tabii ki, burada da akademi suçludur. Akademi ne bu seçim sistemini teamülleri zorlayarak çevirebildi, ne de ikinci sırada veya daha geri sırada oy almış bir rektör ya da dekan adayı yönetici olarak atanmayı reddedebildi! Doğrusu, buna siyasetçi ne yapsın! Bir bölüm başkanı, sadece kendi oyundan oluşan dörtte bir tercihle başkanlığa getiriliyorsa, el etek öpmez mi!

Kim bilir, demek ki her toplum layık olduğu despotluğa ulaşmaktadır!

***

Fransa'da yaşanan vahim olayı şiddetle kınayalım, eleştiriye tahammülsüzlüğe tabii ki karşı çıkalım; hiçbir bahanenin böylesi bir vahşeti haklı kılamayacağını tabii ki haykıralım!

Ancak, bütün bunları yaparken sebep ile sonucu karıştırmayalım. Terörle mücadele ederken, sistemin bizi nerelere savurduğunu da unutmayalım. Nasıl oluyor da, insanlar belirli yörelerde ya da belirli yörelerden gelmiş olarak bu denli vahşet oluşturabiliyor. Acaba, böylesi ajanları ya da bu işleri tutan taşeronlara iş veren devletler üçüncü paylaşım savaşını mı başlatıyorlar. Devletin ya da devletleşmiş örgütlerin işin içinde olmadığı bir durumda böylesi davranışlar sergilenebilir mi? Eninde sonunda her devlet tarihiyle yüzleşecek, her sistem eserleri içinde boğulacaktır. Şimdi gördüklerimiz tedricen yükselen çamurun henüz ufak parçalarıdır. Çamur deryası biraz daha yükselince her toplum ya da devlet karşısındakini ürettiği çamura yuvarlayacaktır.

Sömürgecilik devrinde güçlüler ya da beyazlar geliştirdikleri ateşli silahlarla insanları ve topraklarını soydu ve sömürdü, katliamlar yaptı, üstelik de o dönemlerde katledilenler ne karşı koyuyor ne de karikatür yapabilecek kadar medeni idi. Sömürülenlerden geride kalanlar tabii ki çoğaldılar, hatta zamanla biraz geliştikçe kendilerine yapılanları anlamaya ve güç kazanmaya, ya da kazandırılmaya başladılar. Tehlike büyürken kapitalizmin krizi de büyüyordu. Büyüyen kriz devletleri birbirine düşürürken terör piyasasında da işler açılmaya başladı, hatta bu alanda teknolojiler geliştirildi. Belki de yeni savaş biçiminde ülke askerleri yerine kaporta ve plaka numarası olmayan taşeronlar devreye sokulmaktadır. Bu sistem, "devlete saldırılıyor" imajı yaratarak toplumda algı yönetimi oluşturmak için bizzat devletler tarafından ülke içinde de yaşabilir

Bu itibarla, Fransa olayına dini de tahammülsüzlüğü de abartılı şekilde karıştırmayalım. Bu görüntüler, derinlerdeki fay tabakalarının biriken enerjisinin tetiklenmesi rolünü görmüş olabilir, fakat asla asıl ve derindeki sorunun yanıtı değildir.

Kısacası olay vahim de, olayın yaratıcısı tarihsel birikim ondan da vahimdir! Demek ki, her devletin hatta medeniyetin de bir resmi tarihi varmış! Belki de şimdi hesaplaşma zamanıdır!