Ahlakın çöküşü: Usûlün esas olması!

Usulün esas olması ahlaksızlığının en tipik örneğine futbol karşılaştırmalarında tanık olmaktayız. Golü önlemek için rakip oyuncunun şortunu indirmek dahi mubahtır, yeter ki hakem görmesin ve sayı levhasına gol yazılsın! Böyle bir ahlak olabilir mi gayret ve becerinin önüne cinlik ve sahtekarlığın geçirilmesi! TV'de seyrettiğim çok eski bir filmi hatırlıyorum. Filmde bir cinayet davasında avukat zanlı müvekkilini müthiş bir savunma ile kurtarmaya çalışmaktadır. Dava beraatla sonuçlanır. Adliye salonunu herkes terk ettikten sonra, sanık avukatı da evrakını toplayıp çıkma aşamasında müvekkili ile tokalaşırken, yerinden dahi kalkmadan, biraz mutlu, biraz tedirgin olan müvekkilin ağzından şu ifade dökülür: "Ama, ben o adamı öldürdüm!". Avukat, görevini yapmış olmanın hazzı ve adeta bu ifadeyi duymak dahi istemeyen tavrıyla salondan çıkar gider. Filmin başına dönersek, müthiş görkemli bir tablo ile karşılaşırız. Adliye binasının ihtişamlı kubbesinden itibaren kamera yavaş yavaş aşağı inerek salona girer. Salonda, yargıcın bir tarafında jüri, diğer tarafında avukatlar ve dinleyiciler yer almıştır. Buram buram hak ve hukuk kokan ihtişamlı salonda adalet yerini bulacaktır! Usulü üstün tutan hukukun esası çiğneme sefaleti!

Özün, yani felsefenin öne çıkarılmadığı hiç bir alan, bilim ya da insan hakları veya gerçek anlamda hak oluşturma öğesi olamaz. İnsanların safsatalarla itham edilmesine karşın, çok doğru ve doğal olarak usule müracaat edilir belge ve delil aranır. Belge ve delil olmadan, salt ifade ile tabii ki hak gerçekleştirilemez. Zira, kimin haklı, kimin neyi nasıl algıladığı, kimin kendi kin ve intikam duygusu ile mi hareket ettiği saptanamaz. Muğlak ve çarpık verilerle hukuk işletilemez, hak dağıtılamaz. Bu doğrudur!

Ancak, salt usule uygun olarak ortaya koyulmuş delillerle saptanmış verilerin dikkate alınması gerektiği kuralı ise, şekli hukuku maddi hukukun önüne koyan ve sahtekarlara davetiye çıkaran bir yol olmaktan öte bir işleve sahip olamaz. Yargıcın şekle uygun olmamakla beraber gerçek olan delillerle karara gitmemesi, ona, şekle uygun sahtekarlığa ortak olma sıfatını yükler. Bu yükten yargıç usulen kendisini kurtarabilir, ama vicdanında bu yükü mezara kadar taşır.

Günümüzün finansal ekonominin bu denli öne çıktığı ve şaha kalktığı dönemde, bireysel ahlak anlayışı fevkalade gerilemiştir. Çok hızlı ve büyük miktarda para hareketlerinde kaybeden tarafta çöküş, kazanan tarafta mutluluk anlamında olmak üzere, her iki tarafta da psiko-patolojik sonuçlar oluşturmaktadır. Böylesi oluşan bireysel davranış kalıpları, özel yaşamda taraflara fevkalade doğal gelebilen nitelikli sahtecilik yollarını da doğallaştırabilmektedir. Yatırımcı kuruluşların üst düzey yöneticilerinin bünyelerindeki elemanlarının, hiçbir şekilsel kanıta baş vurmaya gerek kalmadan, kendi vicdanlarında kişisel adalet anlayışlarının yüksek olduğundan emin olmaları gerekir. Zira, bu insanlar medyada bireylere "akıl" verme düzeyinde etkili olabilmektedirler. Bu düzeyde işlev gören insanların ahlak anlayışı ve vicdan algılaması en üst düzeyde olmalıdır.

Son hukuk skandalını medyamızın bir kısmının skandal olarak vermesi ve/veya bir hukuk sorunu olarak algılaması, doğal olarak, gerçekliği yansıtması anlamında geçerlidir, ancak, toplumsal bakış açısında değerleme tam doğru olmadığı gibi, medya yansıtmasının da bu şekilde gerçekleştirilmesi doğru değildir. Hiçbir hukuk sistemi toplumsal tabandan soyutlanamaz olduğu gerçeğinden hareket edersek, bu sonuç toplumsaldır. Daha doğrusu, bu sonuç toplumsal çürümenin hukuk dünyasında yansımasıdır. Nitekim AKP oyları, özellikle de cumhurbaşkanlığı oylamasındaki iç karartıcı sonuç ortadadır. İşte bu noktada hukuk kurumunun gerçek hak kurumu olarak yükselerek topluma yöne vermesi çok önelidir. Son hukuk kararı, sosyolojik tabana uyum anlamda hukuksaldır, çünkü toplum hukuku belirler, Ama bu karar hakkaniyeti oluşturacak anlamda hukuksal değildir.

Yargı, hukukun hem sosyolojik anlamda oluştuğu hem de gerçek ve hak anlamında hukuku oluşturan çok temel bir kurumdur. Son kararla yargı sosyolojik anlamda hukuku oluşturmuştur, ama gerçek ve hak anlamında hukuku oluşturmak bir yana onu katletmiştir. Delillerin usulû olmadığı gibisinden abes bir gerekçe ile delilin içeriğinin dikkate alınmaması, sadece içeride yandaş olmayanların vicdanını kanatmaktan öte, tüm dünyaya ülkemizi rezil eden bir olayın baskılanmasıdır. Hukukun topluma üstünlüğü olmayabilir, hatta hukukun toplumdan yükseleceği ve ona uyumlu olması savunulur. Ancak, hukukun siyasete uygunluğu hiçbir gerekçe ile savunulamaz, çünkü siyasetin her hal ve koşulda tüm toplumu temsil etmesi ve toplumun içine sindirilmiş olması ileri sürülemez. Hele de mesele AKP etrafında şekillenince ne siyasi temsil açısından ne de icraatlarındaki meşruiyet ölçütü açısından hukukun siyasetten ayrılması ve ona üstünlüğü ülke selameti açısından zorunludur. Heyhat yargı bu kutsal görevini gerçekleştiremedi, çok yazık! Yargı, sahtecilerin ve delilsizlikten paçayı kurtarabilecek yoz insanların sığınağı değildir, olmamalıdır! Yargı bir yıkanma yeri olmayıp, var olan bir temizliğin ve aklığın açığa çıkarıldığı mercidir.