100 yıl sonra Sevr (mi?)

Bundan yaklaşık yüz yıl sonra bir sosyal antropolog ya da bir siyaset bilim uzmanı yüz yıl geriye dönüp Türkiye konulu bir araştırma yürütse acaba neleri saptar ve içinden geçtiğimiz siyaset tüneli hakkında nasıl bir kanaate ulaşır? Bu yazıda böylesi sanal bir konu üzerinde biraz kafa yoralım.

Sanırım, araştırmacımızın saptayacağı başlıca hususlar şunlar olacaktır. Sevr'i parçalayarak tarihe gömmüş kurucu kadro liderliğinde Cumhuriyet'in ilk kuruluş yıllarında girişilmiş olan Batılılaşma hareketi ve devrimci atılımların ketsel dokulardan toplumun alt katmanlarına gereği kadar sirayet edememiş olduğu; akim kalan hareketin önemli bir nedeninin 1950 yılında başlatılmış emperyalizme bağımlılığın kalkınma çabalarının başarı ile yürütülememesinde ve burjuvazinin gelişip olgunlaşamamasında başat olduğu; kalkınmış ekonomiler arasında ekonomik  kalkınma yapmak gibi zor çabanın gereği biçimde  sürdürülememesinde toprak ağaları ve aşiret reislerinin çıkar hırsının da çok önemli rol oynadığı tespit edilecektir. Özellikle 1950 hareketi ile şehirlere dolarak büyük köyler oluşturan kırsal kesim üzerinde yükselen muhafazakar kültür dokusunun ülkeyi ünlü bir sosyologun ifadesiyle "imam öğretmene galip geldi" aşamasına taşımış olduğu görülecektir.

Yarı kalkınmış ve şekilsel İslâm'ın yükseldiği bir Ortadoğu ülkesi, hem hacmi hem de künyesi ile dönemin egemen gücü için bulunmaz bir fırsat olarak görülmüş. Bizzat Türkiye üzerinde olduğu kadar özellikle de Ortadoğu havzasında aktif rol oynayan emperyalist güç, Türkiye'de siyasetin dolaylı yoldan ele geçirilerek denetlenmesinde din kisveli ajanları da devreye sokmada bir beis görmemiş. Dönemin egemen gücü bu süreç çerçevesinde Ortadoğu'da olduğu kadar, dünyanın birçok bölgelerinde de Rusya ve Çin gibi potansiyel düşmanlara karşı Türkiye künyeli kurumlar üzerinden hakimiyet kurmaya çalışmış olduğu görülecektir.

Küreselleşme döneminde Rusya ve Çin gelişirken Ortadoğu'nun önemi daha bir belirgin olmuş. Gelişen Rusya'ya karşı emperyalizmin Ortadoğu devletlerini ele geçirme çabası çoğu Ortadoğu ülkesinde önce sözde demokratik kalkış ve akabinde de müdahaleleri gündeme taşımış. Doğal olarak, Türkiye bu akımın dışında tutulamazdı. Üstelik de, bu ülkede egemen merkezden denetimli iki başlı siyaset hakimiyeti oluşturulmuş. Ülkedeki görünür siyasal örgüt, toplumsal temsilden uzak bir seçim sistemi ile parlamentoda önemli sandalye sayısına ulaşırken, dincilik ve sadaka kültürü ile Türkiye'yi 100 yıl önceki Sevr Antlaşması konumuna çekmeye çalışmış. Üstelik de Osmanlı'yı bitiren Sevr dış güçler tarafından dayatılırken, bu kez bizzat iç güçler tarafından 12 yıllık iktidar süresinde devlet yapısı ve sosyal yapının değiştirilmesi yoluna girilerek habis emelin gerçekleştirilmesi denenmiş.  Sanal küresel federal yapıda bir eyaletin valisini ihalenin yerine getirilmesinde tek sorumlu konuma sokmak için diktatörün kafasına yerleştirilmiş başkanlık sisteminin gerçekleştirilmesi için parlamentoda kavgalara, akla hayale gelmez hedef şaşırtıcı dedikodulara baş vurulup, algı yönetiminin havalarda uçuştuğu ve her türlü baskılama yöntemlerine yönelindiği ülkede, hesaplanmamış ki, bu hesapların yapıldığı dönemden yaklaşık bir asra yakın süre önce o günkünden çok daha ağır ve kapsamlısının hem de tüm ülke fiili işgal altında iken bu ülke insanlarına yutturulamamıştı.

Araştırmacımız o dönemde kritik bir seçimde aday olmak için canhıraş çırpınışlar sergileyen zavallıların haleti ruhiyesini de ele almadan edemezdi. Araştırmacımız şunu da gördü ki, o dönemde ülke, bir yandan ekonomik koşullar, diğer yandan siyasal örgütün 12 yıl boyunca uygulamış olduğu bölücü ve şiddet politikası sonucunda adeta "dağılan toplum" manzarasında idi. Dağılan dokularda canlı varlıkların ilk refleksleri can ve varlıklarını kurtarmak şeklinde tezahür eder. Belki de çıkar düşkünü bu varlıkları, henüz insanlaşmamış dokuları içinde pek suçlamamak gerekir. Zira, siyasetin halka hizmet değil, aklına göre memleketi sürükleyen bir diktatöre hizmet olmasına karşın, tüm yaşamın ekonomik garantiye alındığı bir dönemde algılanan çaresizlik hissi insana her şey yaptırıyor olabilirdi. Fakat bu gafiller hesaplayamadılar ki, hizmet etmeye koştukları siyaset ülkeyi felakete götürdüğü zaman ilk altta kalacak olanlar kendileri idi. Nitekim de öyle olmuş. Her ülkede despot görülebilir. Diktatör ilk anda halka sempatik de gelebilir. Demokratik görüntü verebilmek için diktatör etrafına toplayabildiği bir iki sanatçı ya da akademik görüntülü kuklalar da bulabilir. Tarih bunları Hitler kamplarında ve sair dönemlerde de görmüştür. Ne var ki, keşke yaklaşık bir asır sonra geriye bakan araştırmacı hırslı ve akıl dışı uygulamaların ülke halklarına ne büyük acılara mal olduğu yerine, ülkenin nasıl mutluluk ve refah yaşamış olduğunu görüyor olsa idi!

Suçlu sadece siyasete nizam veren diktatör ve siyasi örgüt müdür! Bunun yanıtını tarih bize çok net vermektedir: Her toplum layık olduğu idareye kavuşur misali, hiçbir diktatör belirli bir toplumsal taban olmadan sahneye çıkamaz, varlığını sürdüremez! Ne hazindir ki, söz konusu zeminin oluşumunda çok büyük katkısı olanlar arasında ışıktan korkan, el öpen, göstermelik destek toplantılarına  koşan aydın yaftalı mahlukların rolü büyük olmuştur.