Eski Sovyet cumhuriyetlerinde bilim

Her tür politika gibi bilim politikası da bir ölçek sorunudur. Önce politikayı oluşturacağınız coğrafyayı belirlersiniz, sonra bu coğrafyadaki olanakları değerlendirir, gereksinimleri saptar, dünya biliminin ulaştığı düzeye bakar ve ulaşmak istediğiniz hedef doğrultusunda politikayı oluşturursunuz. En kaba hatlarıyla yapılan budur, bilim politikasını oluştururken.

Ölçek gerçekten önemlidir. Bunu sadece sınırları belirleme anlamında düşünmemek gerekir etkinlik açısından da önemlidir. Ölçek büyüdükçe olanaklar ve başarı şansı artar ama aynı zamanda yönetimi de zorlaşır. Küçük ölçekte yönetim daha kolay olmakla birlikle elde edilen sonuçların etkisi de sınırlı olur. Örneğin Küba bu küçük ülkede şaşırtıcı derecede önemli gelişmeler olsa da, etkisi yine de ölçeğiyle sınırlı kalmaktadır. Örneğin, ileri kapitalist ülkeler Küba bilimine karşı bir önlem alma gereği duymamaktadır.

Kapitalizme karşı en büyük ölçekte bilim tehdidi Sovyetlerden gelmişti. Öyle ki, bu yazıyı okuyan herkesin bildiğinden emin olduğum, Sputnik şokunu ABD’ye yaşatmış ve kuşkusuz tarihin en büyük “bilimsel” paniğine neden olmuştu. Neyse, bu konuyu daha önce yazmıştım, bugün küçük, hatta kendi deyimleriyle “geri” cumhuriyetlerdeki bilimden söz edeceğim.

Devrim öncesi dönemdeki durumları nedeniyle bu cumhuriyetler gerçekten “geri” durumdaydı. Hemen hemen hiç birinde bırakın bilim akademisi ya da benzeri bir örgütlenmeyi, üniversite bile yoktu.

Henüz daha iç savaş sürerken daha gelişmiş cumhuriyetlerden bilim heyetleri geri cumhuriyetleri ziyaret etmeye başlamıştı. Bu heyetlerin amacı gittikleri yerlerde hangi bilim dallarının gelişme şansı olduğunu saptamak ve genel bilim konferansları vermekti. Savaş sonrasında toplanan bu bilgilerden de yararlanılarak beş yıllık kalkınma planlarının bilim ayağı oluşturuldu.

Sonrası malum tek tek cumhuriyetlerde sağlıkta, uzay bilimlerinde, mühendislikte, temel bilimlerde o güne dek dünyada görülmemiş hamleler yapıldı. Yükseköğrenim görmüş kişi sayısının bile çok az olduğu Azerbaycan, Kırgızistan gibi cumhuriyetlerde dünyanın en önde gelen araştırma merkezleri kuruldu. Lenin’in sözleriyle, “Eskiden insan dehası sadece bazı kişilerin teknoloji ve kültürden yararlanması için çalışıp, diğerlerini eğitim ve gelişmenin temel gereksinimlerinden yoksun bırakırdı. Bugün ise bilimin mucizeleri ve kültürün kazanımları bir bütün olarak ulusa aittir ve insan beyni ve dehası asla baskı ve sömürü için kullanılamayacaktır”. Eşitsizliğin bilim alanında ortadan kaldırılması için yapılacaklar bu sözlerle ifade ediliyordu.

Türkmenistan Bilim Akademisi eski başkanlarından Ambartsumyan, geri cumhuriyetlerdeki gelişmeyi dört etkene bağlıyordu:

Öncelikle, Sovyetlerin kurulmasının yarattığı güçlü uyaran. Genel olarak paylaşma ve işbirliği anlayışının yanı sıra, Ekim Devrimi çalışan geniş kitlelere bilimin temellerini sınırsız öğrenme olanağı yarattığı gibi, bilimin sosyal temelini değiştirmiş, başka bir deyimle sağlamlaştırmıştı. Yine Lenin’e dönecek olursak, “Öğrenmek bizim varlığımızın önemli bileşenlerinden biri ve sosyal yaşamın gerçekten ve tam olarak yapıtaşlarından biri olacaktır”.

İkinci önemli etken, merkezi planlama ve Sovyetler Birliği Bilim Akademisi aracılığıyla deneyimlerin paylaşılmasıydı. Öyle ki, Litvanya’da ortaya çatılan bir soru, yanıtını Estonya’da bulabiliyordu. Böylece üçüncü etken olarak sayılan, en karmaşık sorunların işbirliği ile çözülmesi başarılıyordu.

Ambartsumyan’a göre dördüncü etken ise ekonomik sorunların çözümüydü. Bu hem bilime daha fazla kaynak aktarılmasını, hem de bilimin doğrudan ekonomiye katkısını görmenin yarattığı motivasyonu içeriyordu.

Sonuçta, Tacikistan gibi geri bir ülkeden astrofizik, jeoloji gibi alanlarda zamanının önemli başarılarına imza atan bir ülke yaratmak herhalde başka türlü olamazdı. Bugün neredeyse sürekli savaş halinde olan Azerbaycan ve Ermenistan’ı, bırakın savaşmayı, aynı projelerde çalıştırmak herhalde yine sosyalizm dışında olanaksız olurdu.