Yeni hükümet programıyla Başkanlık/Özerklik pazarlığına

YENİ HÜKÜMET PROGRAMINDA NE VAR ?

Pek çok şey var tabii ki. Seçimlerin en popüler propaganda malzemesi olan asgari ücret konusu başta olmak üzere, kamu personel sisteminde ve idari yapılanmada yapılacak düzenlemeler gibi.

Ama bütün bunları geçiniz. En başından beri kafalarındaki plan rejimi değiştirmek, kendi başkanlarını tepemize dikmekti. Hatırlanacağı gibi başkanlığı da içeren anayasa değişikliği konusu 2007 genel seçimlerinin hemen sonrasında da gündeme getirilmişti, ancak siyasi ortam daha fazlasına olanak vermemişti.

Şimdi durum tamamen farklı. AKP, 7 Haziran düşüşü sonrasındaki akılcı taktiğiyle 1 kasım seçimlerinden bir kez daha ve oylarını yükselterek tek başına iktidar olarak çıktı. Arkasında Haziran ayaklanması mevcut. Siyasi ortam çok gergin. Suriye merkezli Ortadoğu gelişmeleri içerideki Kürt sorununun yeniden ve yeni bir biçimde ele alınması bakımından basınç yaratıyor. Bütün bunlar AKP’yi, yetkileri tek elde toplamak konusunda bir an önce harekete geçmeye zorluyor.

Velhasıl, yeni dönemin ilk, en önemli işi yeni  anayasa ve başkanlık sistemi olacaktır. Erdoğan’ın, hükümet programının Davutoğlu tarafından açıklandığı saatlerde, başkanlığı zorunlu, partili başkanlığı da mümkün gören açıklaması işarettir. Hükümet programında ve Türkiye’nin gündeminde yer alan diğer her şey başkanlığa endekslenecek, başkanlık sistemi sonuca bağlandıkça sıraya sokulacaktır.

ÖZERKLİK NEREDEN ÇIKIYOR ?

64. hükümet programında idari reform konusu şu şekilde dile getiriliyor:  “Daha küçük ama daha etkin bir merkezi idare, güçlendirilmiş ve hesap verebilir yerel yönetimler, daha etkin bir personel rejimi…”

Bu ifade esasen Türkiye’nin piyasalaştırılmasının, şirketleştirilmesinin, deregüle edilmesinin gereğini açıklıyor. 1980’lerde açılan yeni dönemin felsefesi budur: Devlet küçültülecek ve yerel yönetimler güçlendirilecek.

Bu planın arkasında Dünya Bankası, IMF gibi finans ve yatırım örgütleri ile uluslararası sermaye çevreleri bulunuyor. Amaçları emperyalist sermayenin herhangi bir engelle karşılaşmaksızın en uç idari birimlere kadar engelsiz akışının sağlanmasıdır. Sosyalizmli, sosyal devletli dönemde sermaye hareketleri merkezi ulusal hükümetlerin denetimindeydi. Yabancı yatırımlarla ilgili düzenlemelerde merkezi politik organlar belirleyiciydi. Bu yapı sermaye akışkanlığını yavaşlatıyor, uç bölgelerin yeterli derecede kapitalizasyonu sağlanamıyordu. Merkezin zayıflatılması, yerelin yetkilerinin artırılması bu nedenle gündeme sokuldu.

Bu hedefi ideolojileştirebilmek için yerelleşmenin demokratikleşme getireceği yalanı uydurulmuştu.

Şimdi AKP bu projeye kilitleniyor, bunu yine demokratikleşme yalanı ile pazarlıyor. Ancak bu kez iş ciddi. Nedeni de Kürt sorununda sıkışmış olmasıdır.

Sıkışıklık iki düzlemde ortaya çıkıyor. Birincisi içeride “çözüm süreci” tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. AKP “çözüm”de ısrar ettiğinde MHP’ye oy kaptırıyor. Savaş taktiğini devreye soktuğunda ise ortam iyice geriliyor. Yıllar içinde, bu, “bir ileri iki geri” politikası öyle bir noktaya geldi ki egemen siyaset inandırıcılığını tümüyle yitirdi, Kürt sorununun yönetilebilirliği kalmadı, savaş askeri yorduğu gibi, Kürtlerin Türkiye’den beklentilerini tüketti, savaş ortamında gelişen milliyetçi tepkiler ise bir başka yönetilemezlik potansiyeli sergiler oldu.

Düzen bu sorunu çözemez. Ancak bir şeyler yapmadan da edemez.

Şimdi yapılacak olan şey, başkanlık sistemine karşılık, yerel yönetim reformunun pazarlık masasına konulması olacaktır. Başkanlık sistemindeki uzlaşma sonrasında AB Yerel Yönetimler Şartı kademeli olarak uygulamaya konulacaktır. Esas hedef başkanlıktır. Kürt hareketinin buna vereceği onay ile en pürüzlü siyasi başlık olan Kürt sorunu düzen içi bir kazığa bağlanacaktır.

Hesap, başkanlık düzenine demokrasi kılıfı içinde angaje olan Kürt hareketinin sorun çıkarma potansiyelinin azalacağı yönündedir. Bu haklı bir hesaptır. Çünkü, bu düzene hangi gerekçe ile olursa olsun verilecek herhangi bir düzeydeki destek, esas olarak Tayyip rejiminin tahkimatına yarayacaktır. Başkanlık sisteminin kabulü dinci-faşist diktatoryaya daha ileri derecede alan açacaktır. Zira, mevcut parlamenter sistem ve devlet organizasyonu yapısı içinde mecliste çoğunluğun da, başkanlığın da, farklı bir çizgi tarafından elde edilmesi ihtimali yoktur.

Kürt hareketinin ise yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması karşılığında başkanlığa onay vermesi kesin gibidir. Bunun nedeni Kürt siyasetinin ontolojik karakterinde gizlidir. Bu hareket, bu haliyle, kendi kesimsel- etnik çıkarlarının belirleyici olmadığı bir tutum geliştiremez.

TÜRKMEN DAĞI

AKP’nin Türkmen Dağı’nda Türkmenlerin katledildiğine dair yalanları esas olarak Suriye’de rol kapma amacına yönelik olsa bile, iç siyasette milliyetçi, dinci tabanı konsolide etmeyi de hedeflediği, buna yaradığı görülmelidir.

Türkmen Dağı’na verilen destek Türkiye’nin toplam %70’lik dinci-faşist oy tabanının AKP çevresinde birikmesine yaramaktadır. Bu retoriğin, başkanlık sistemi hesapları çerçevesinde, Rusya ile yaşanan sorun elverdiği ölçüde, bir iç politika malzemesi olarak kullanılacağı kesindir.

Bir yandan uluslar arası sermayenin beklenti ve hedefleri, bir yandan Irak ve Suriye Kürdistanlarındaki gelişmeler, bir yandan bu gelişmelerin Türkiye Kürt bölgesinde yarattığı etkiler, bir yandan Türkiye Kürt sorununun ulaştığı karmaşa seviyesi, bir yandan AKP’nin Türkiye’yi yönetebilmek açısından ihtiyaç duyduğu kudretin boyutu, bu kez başkanlık sistemini olgun bir seçenek olarak karşımıza çıkarmıştır.

Türkiye halk sınıfları bu kaostan kurtulmak için topyekün bir hesaplaşmanın gerekli olduğu noktaya doğru sürükleniyor.