Sosyalizmden aşağısı olmaz

 

Şimdilerde cephelerden, asgari programlardan, normalleşmeden söz ediliyor. Darbe koşulları içinde anlamak mümkün olsa da, sonrası önemli soru işaretleri barındırıyor.

Emperyalizmin çeperine yerleşerek yaşam şansı arayan Türkiye kapitalizmini, on yıllar sonra da olsa dinci gericiliğin ele geçirmesi hiç tesadüf olmadı.

En başından beri devletçiliği, laikliği, bağımsızlığı yarım bir ülkeden söz ediyoruz. Geleceğini batılı medeniyetler seviyesinde aramaya soyunmuş bir liderlik yapısından. Oysa batı denilen siyasallık emperyalist bir hiyerarşiyi ifade ediyordu ve bu çok katmanlı düzenin çevresine tutunmaya çalışanların merkezdekiler kadar müreffeh yaşamalarının imkanı bulunmuyordu.

Daha da önemlisi kapitalist kalkınma yolu ontolojik olarak kamuculuğun da sınırlarını belirliyordu. Bu çok kaypak bir zemindi.

Söz konusu iktisadi nesnellik toplumsal yapıdaki muhafazakarlıkla birleşince, çok geçmedi, 1950’den itibaren dinin yeniden siyaset olarak örgütlenmesinin önü açılmış oldu.

Türkiye’de dinci gericilik, piyasacılık ve ABD bağımlılığı üzerinden işbirlikçilik, düzenin somutluğudur. Bunları birbirinden ayıramazsınız. Dinci olmayan bir kapitalizm, dini kullanmayan düzen siyaseti, ABD’den bağımsız hareket edebilecek tarikat ve siyasi yapılar saptayamazsınız.

Piyasacılık sömürü düzeninin iktisadi alt yapısı, dincilik emekçi halk sınıflarını kapitalizme ikna edecek araç, Amerikancılık ise bu düzeni garantiye alacak global konumlanıştır.

Burjuva siyasetçilerin tamamının ABD’yi referans almalarının ve siyasi hayatlarının bir noktasında mutlaka dönemin dini figürleriyle işbirliği yapmış olmalarının nedeni budur.

Bugün yerden yere vurulan Fethullah ile Erbakan’ın, Demirel’in, Evren’in, Çiller’in, Türkeş’in, Baykal’ın, Ecevit’in, bir derecede de olsa Kılıçdaroğlu’nun ve tabi ki AKP yöneticilerinin aynı kareye sığan samimi ilişkiler geliştirmiş olmalarının zemininde bu nesnellik yatıyor.

Piyasacılık, gericilik ve işbirlikçilik unsurlarından herhangi birisini çekerseniz, Türkiye kapitalizmini anlayamazsınız. Türkiye’de düzen siyasetine soyunan bütün aktörlerin ortak paydası budur. Sınıfsal ilişkilere dokunmayan bütün siyasetçiler doğrudan Amerikancı olmak ve tarikat-cemaat yapılarıyla ilişkilenmek zorundadır.

Bu yolda, soldan, emekten, eşitlik ve özgürlükten yana bir şey beklemek olanağı yoktur.

Türkiye’yi aydınlık bir geleceğe taşımak için, burjuvazinin sınıf iktidarına son vermeyi hedefleyen, bu vesileyle de zorunlu olarak antiemperyalist bir çizgiye yerleşen sosyalist bir programa ihtiyaç var.

15 Temmuz darbesi bu zorunluluğu teyit eden güncel bir gelişmedir yalnızca. İki dinci kliğin yıllardır süren çatışmasının ve bunları izleyen düzen muhalefetinin Türkiye’yi taşıdığı noktaya bakın.

Erdoğan Fettullah’ın kendisini kandırdığını söyleyerek bu işin içinden sıyrılmaya çalışıyorsa, diğerlerinin bu gerekçeyi çok daha rahatlıkla kullanacakları aşikar. “Kandırıldıkçı” ve bunu yalnızca izlemekle yetinen siyaset tarzları Türkiye’yi yeni “kandırılmalara” taşır ve halkı taammüden kandırmak anlamına gelir.

“Kandırıldık” siyasetine göre, gerçek İslam bu değildir ve FETÖ İslam’ı kendi siyasi emelleri için kullanan, İslam’la alakası olmayan bir örgüttür.

Oysa sorun piyasa nesnelliğindedir ve Amerikancılık ile dincilik de bu kötülüğün payandalarıdır. Piyasacı düzeni eleştirmeyenlerin bu çarkın içinde bulunduklarını anlamak gerekir.

Neresinden bakarsanız bakın sonuç değişmez: Gelinen nokta laikliğin ne denli yaşamsal olduğunu apaçık biçimde gösteriyor. Laiklik için kamuculuğu ve bağımsızlığı savunacağız. Vahşi kapitalizm koşullarında sömürülmek istemiyorsak dinin toplumsal alandan çıkarmak için mücadele edeceğiz. En nihayetinde kamuculuğu, laikliği, bağımsızlığı birleştiren üst belirleyenin sosyalizm olduğunu göreceğiz.

Bütün bu nedenlerle darbeye karşı olup Amerika’ya ses çıkarmayanlarla, serbest piyasa sistemi içinde Türkiye’nin dış borcuna çare arayanlarla, dinci bir parti olan AKP ile normalleşme çabasına girenlerle birlikte yürünebilecek yol ve sosyalizmden başka çare bulunmuyor.