Kürt Sorunundaki Açmaz

Kürt sorunundaki kilitlenme sürüyor. Üstelik son gelişmeyle birlikte yeni bir boyut kazandı.

İlgili aktörlerin kafalarında en azından yakın dönem için net bir planın bulunmadığı da ortada.

Örneğin, “demokratik özerklik” önerisi kabul edilmediği taktirde Kürt hareketi ne yapacak ? Ve her şeyin ötesinde bu öneri somut olarak neyi ifade ediyor ?

Örneğin, bugün AKP’nin temsil ettiği resmi ideoloji, yeni Anayasa ile bu sorunun çözümü için nasıl bir düzenlemeye yönelecek ?

Görünen o ki bu sorulara verilecek yanıtların hiç birisinin, denklemin muhataplarını aynı anda tatmin etme şansı bulunmuyor.

Siyaset, sorunu etnik temelde kavrayışın zorunlu sonucu olarak kurulan mekanizmaların gereklilikleri doğrultusunda işliyor:

Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesinin bağımsızların boykot tepkisiyle sonuçlanacağı neredeyse kesindi. Arkası da gelecek ve sokaklar yine karışacaktır. Bunun arkasından devlet her şeyiyle biraz daha kasılacak ve ortaya sorunu daha da çözümsüz kılan bir negatif döngü çıkacaktır.

Bu döngünün nedenleri ve bu döngüden çıkış yolu konusunda solun önemli derecede ayrıştığını biliyoruz.

Geniş bir çevre “nasıl olursa olsun Kürt sorununa bir çözüm bulunsun” ataklığıyla tamamen Kürt hareketine angaje olmuş durumda.

Oysa, esas bu yaklaşım çözümsüzlüğü farklı bir düzlemde yeniden üretiyor.

Şöyle:

Ortada bir pat durumu mevcut: Devlet ne Kürt hareketini ezebildi ne de kendi belirlediği zemine çekebildi. Bunda Kürt hareketinin orijinindeki düzen karşıtı karakterin ve kendisini besleyen coşkulu halk damarının etkisi var. Öte yandan Kürt hareketi de ne askeri araçlarla bir kopuş gerçekleştirebildi ne de düzen içinde yaşama geçebileceğini düşündüğü projelerine bile onay alabildi.

Bu tıkanıklık nesnelliğin sonucudur:

Geç gelişen ulusal hareketlerin kopuşçu ya da ulusal kimliğin tanınmasıyla sonuçlanacak kazanımlar elde edebilmesi iki koşula bağlıdır: Sosyalist sistemin varlığı ve/ya da içeride işçi sınıfıyla mücadele bağlaşıklığı.

Kürt hareketinin en başında Marksizan bir çizgide ortaya çıkmasının nedeni de Sovyetler Birliği’ydi. Sosyalist sistem kaçınılmaz olarak o dönemdeki bütün ulusal kurtuluş hareketlerini sola çekiyordu. Mevcut dünya haritasında yeni bir ulusun kendisine yer bulması için bir dünya gücünün ideolojik, siyasal ve hatta askeri desteği gerekiyordu. Ayaklanan bütün halklar bu gerçeğin farkında olarak ve ezilenlerin hareketi olmak özelliğiyle Sovyetler’e ve sosyalizme yaklaşıyorlardı.

Sosyalizm yıkılınca Kürt hareketinin doğal müttefiki olarak geriye yalnızca işçi sınıfı kaldı. Ancak orada da ilk faktörle ilişkili biçimde bir olumsuz durum söz konusuydu.

Kürt hareketinin kendi kimliğini oluşturmak ve kabul ettirmek için geliştirdiği mücadelenin açmazı da burasıdır. Kürt hareketi kendisini emperyalizme ve kapitalizme karşı daha ileri, halkçı bir noktada tutacak bütün global ve yerli destek noktalarından yoksun olarak işe koyulmak zorunda kaldı ve/ya da bunu tercih etti.

Şimdi Kürt hareketi önündeki viraj çok keskindir. Sosyalizmin olmadığı bugünün dünyasında, ulusun varlığını ya global güçlerin kanatları altında onaylatacak ya da kendi coğrafyasındaki işçi sınıfının duyarlılıklarına dikkat ederek strateji geliştirecek.

Bu ince çizgide Kürt hareketinin pragmatik kaygılarla ilk seçenekle uyumlu kimi taktik açılımlar denediğini izledik. Hiç birisi tutmadı, tutmazdı. Çünkü egemenler kendi istedikleri gibi olduğundan emin olmadıkça başkaldırıya destek vermezler.

O nedenle sorun uzun zamandır Kürt hareketinin Türkiye işçi sınıfına nasıl yaklaşacağıyla ilişkili bir karakter kazanmıştır: Kürt hareketi bir ulusal harekettir. Ancak bu kimlik üzerinden mücadele etmek, son 20 yılın dünyasında, işçi sınıfımızın ve bölge işçi sınıflarının desteğini kıran bir özelliktir. O nedenle Sovyetler’in var olduğu koşullarda işlevsel ve yeterli olan bu kimlik, bütün etnik ve dini yapıların birbirine kırdırıldığı günümüzde birleştirici değil, uzaklaştırıcıdır.

Öte yandan başka bir olgu daha var: AKP çok titiz biçimde bölgeyi kapitalist piyasa mekanizmalarına entegre etmeye yönelik müdahalelerde bulundu. Bu müdahalelerin Kürt hareketi tabanında düzenle barışık bir sınıfsal damarı, iktisadi, ideolojik ve siyasal boyutlarda yaratması kaçınılmazdır. O noktadan sonra “özerklik” talebinin bile bir önemi kalmaz. (Bu bakımdan Ece Temelkuran’ın “Mesele mi Kürtler Mi Hangisi Çözülüyor ? yazısında saptadığı somut durumun hiç olmazsa dikkat çekici olmasını öneririm.)

Bütün bunlar bize yukarıda tanımlanan ince çizgide uzun süre durmanın olanaksız olduğunu da gösteriyor.

O nedenle tek çıkar yol Anadolu topraklarında birleşik bir sınıf hareketinin nasıl gerçekleştirileceği sorusuna odaklanmaktır. Ve bu konuda en büyük sorumluluk Kürt hareketine düşmektedir.