Dünya Düzeni Karakter mi Değiştiriyor ve Türkiye Sınıf mı Atlıyor?

Son günlerde AKP ve Türkiye'nin eksenini kaydırıp kaydırmadığı tartışmalarına, Türkiye'nin dünyanın yükselen yeni bir gücü olduğu yönündeki tez de eklendi.

Yurt dışında da ciddi biçimde ileri sürülen bu görüşler esasen birbiriyle ilişkilidir. Eğer Türkiye batı ekseninden kayıyorsa, kendi başına, kendi coğrafyasında bir güç olma inisiyatifi kullanıyor demektir ve bu gelişme de bir biçimde Türkiye'yi dünya liginde üst sıralara taşıyacak, büyük güçlerin iç ilişkileri çerçevesinde O'nu niteliksel olarak farklı bir konuma oturtacaktır.

Eğer bütün bunlar böyleyse, böyle olabilirse…

* * *

Dünya kapitalizmi şimdiye kadar en yapısal gelişimini emperyalist örgütlenmesine ulaşarak kaydetti. 20. yüzyılın başından beri, hem ülkeler arasındaki sömürü ilişkilerini hem de ülkeler içindeki sınıfsal ilişkileri bu örgütlenme biçimi üst belirliyor. Son yüzyıldır meselenin özünde herhangi bir değişiklik gerçekleşmedi.

Emperyalist sistemin patronajını elinde bulunduran ülkelerin, bu konumlarını elde etmeleri ve sürdürmeleri, ancak, askeri, siyasal ve ekonomik sömürü mekanizmalarını ellerinde tekleştirmeleriyle olanaklı olabiliyor.

Ancak bu üçlü sömürü mekanizması içinde esas belirleyici olanı tereddütsüz biçimde ekonomik güçtür. Siyasal ve askeri güç, kimi tıkanıklıkların açılması, sermaye egemenliğinin, sermaye yoğunluğunun düşük olduğu bölgelerde hakim kılınması bakımından önemlidir. Ancak zeminde ekonomik bir zemin yoksa, siyasi ve askeri gücün etkisi en fazlasından geçici ve kesintili kalacaktır.

* * *

Bu noktada konuyu sistematize etmek ve emperyalist güç hiyerarşisindeki değişimleri anlamak açısından, Düzenleme Okulu diye bilinen bir çevre tarafından ortaya atılan, birikim rejimi kavramı yararlı olabilir.

Kapitalist üretim ilişkileri içinde birikim rejimi, teknoloji (üretim araçları) ile emek organizasyon biçimlerinin birlikteliğini, yani üretici güçlerin dönemsel gelişmişlik ve organizasyon biçimini tanımlamak için kullanılır. Kapitalizmin her devrevi krizi öncelikle birikim rejiminin krizidir ve bu kriz kendisini ortalama kar oranlarının düşmesi ile ortaya koyar. Devrevi krizin aşılabilmesi yeni bir birikim rejiminin, yani, yeni tür bir teknolojik alt yapının (bunun içine hammadde bileşenini de ekliyoruz) ve bu teknoloji ortamında sermayenin güncel gereksinimlerine yanıt verecek yeni tür bir emek organizasyon biçiminin, birbirlerini tamamlayacak, birbirlerinin etkilerini açığa çıkararak, potansiyelize edecek şekilde, üretime uygulanmasını gerektirir.

Evet: Her birikim rejiminin hem emperyalist sistemin merkezindeki ülkelerde (eski rejimin kalıntılarının temizlenmesi, işçi sınıfının yeni emek organizasyonuna razı edilmesi anlamında) hem de emperyalist sisteme yeni çevre ekonomilerinin entegrasyonu bağlamında siyasal, ideolojik ve askeri müdahalelere gereksinimi vardır. Ancak, unutmayalım, söz konusu müdahaleler ortada uğruna müdahale etmeyi gerektirecek bir ekonomik çıkar ilişkisi (birikim rejimi) varsa ancak düzeni yenilemeye yarayacaktır.

Üstelik bu yeni birikim rejimi ve özel olarak anarsak bu rejimin emek organizasyon bileşeni işçi sınıfını kapitalist sisteme ekonomik, siyasal ve ideolojik olarak eklemleme gücüne de sahip olmalıdır. İşte ancak böyle kapsamlı yeni bir düzenleme, emperyalist hiyerarşinin de yeniden şekillenmesini sağlayabilir, hegemonya krizini çözebilir.

* * *

Daha önce de yazmış olduğum gibi, 1970'lerden beri dünya kapitalizminin sıkıntısı bu noktayla ilişkilidir. Kütlesel (Fordist) birikim rejiminin yerine geçmekte olan Yalın-Esnek- Japon Üretim Sistemi, a) ortalama kar oranlarını yükseltmek ve b) işçi sınıfını sisteme eklemlemek bakımlarından yeterli olamamaktadır.

Burada özellikle ikinci noktaya dikkat çekmek gerekir: Bugün esnek teknolojiler, kesin olarak istihdamı daraltıcı bir etkiye sahiptirler ve bu nedenle de sınıflar arası uzlaşı sağlama olanakları yoktur. Yine aynı istihdamı daraltıcı etki, tüketimi sınırlayarak, kar oranlarının yükselişe geçmesini frenlemektedir.

Zaten bu çaresizlik kapitalizmi iki unsuru şişirerek krizi geçiştirmeye yöneltmişti. 1990'ladan itibaren giderek belirginleşmek üzere bir yandan sistemin finansal araçları çeşitlendirilerek, spekülatif bir tarzda kullanılmış (ki bunun adına kumarhane kapitalizmi denilmişti), bir yandan da düşen ortalama kar oranları sorununa, sanayiye göre çok daha emek yoğun bir karakter taşıyan hizmet sektörüne abanılması suretiyle (sanayisizleşme denilen gelişme) çare bulunmaya çalışılmıştı.

Sorun şuradaydı ki, ne finans ne de hizmetler sektörü, üretim gerçekleşmediği taktirde karı artırabilmek olanağına sahip olamazlardı. Krizi tüketim bileşeni üzerinden aşmanın olanağı yoktu. Nitekim 2007'de başlayan son kriz kumarhanenin çöküşü açısından oldukça trajik bir örnek oluşturdu. Hizmetler sektörü ise, burjuvazi tarafından, 19. yüzyıl kapitalizminin sömürüsünü aratacak tarzda emekçilerin üzerine çullanmak için kullanılıyor.

* * *

Bugün Türkiye, Brezilya, Rusya, Çin, Hindistan (Türkiye'yi çıkarırsanız BRIC ülkeleri) üzerinden yeni bir güç odağının ortaya çıktığını ileri süren tezlerin hiç dikkate almadıkları nokta yukarıda özetlediğimiz genel çerçevedir.

Günümüzde dünya kapitalizminin elinde kar oranlarındaki düşüşü tersine çevirecek herhangi bir köklü yapılanma olanağı yoktur. Sözü edilen ülkeler ise üretim araçları üretimindeki teknoloji açısından halen tamamen merkezdeki ülkelere bağımlı konumdadırlar. Örneğin, bir mucize olarak söz edilen Çin'de yatırım malları üreten sektörler neredeyse üçte iki oranında ABD firmalarının elindedir. Çin'in büyük hamlesinin arkasındaki esas faktör ucuz emek gücüdür. Brezilya ve Rusya ise yalnızca büyük hammadde kaynakları nedeniyle avantajlı konumdadırlar. Ve bu avantaj, yeni bir birikim rejiminin yaratılması açısından da gereklilik olan yeni hammadde kaynaklarının üretime sokulması düzleminde tamamen bir engel konumundadır. Türkiye mi ? O'nun elinde ucuz emek gücü, yüksek faiz-düşük kur denklemi dışında zaten hiçbir şey yoktur.

* * *

Tablo böyle olduğunda merkezdeki ülkelerin de, yeni süper güçler olarak nitelenenlerin de elinde, güç olabilmek için yalnızca siyasi ve askeri bileşenler kalıyor. Dünyanın her köşesinden bugün savaşlara gebe bin bir türlü sorunun fışkırmasının nedeni de budur.

AKP, ABD'nin büyük desteğiyle işe koyulduğundan beri bu destek sayesinde kendi içinde büyük heyecanlar geliştirdi. Bu heyecanlar kendisini, yeni bir birikim rejiminin geliştirilememesinin sonucunda ortaya çıkan hegemonya çatlaklarına oynamak konusunda, ABD'siz ve hatta ABD'ye rağmen inisiyatif kullanmak bakımından da heyecanlandırdı.

Olan biten tümüyle budur. Burada bir de AKP'ye özel dini duyarlılıkların, misyonerliğin etkileri vardır. Erdoğan'ın İslam dünyasına yönelik konuşurken tutturduğu duygusal üslup da, durup durup İsrail'i gündeme getirmesi de, yardımcısının O'nu dinlerken boğulduğu gözyaşları da ellerinde ekonomik bir olanağın olmamasıyla ilişkilidir.