Doğru strateji: Demokrasi ya da sosyalizm mücadelesi?

OHAL’in yeniden uzatılması (hiç sonlandırılmayacak ki) ve son olarak Anayasa Mahkemesi’nin Alpay ve Altan hakkında verdiği kararın alt mahkemelerce reddedilmesi, demokrasi talebi çevresinde bir hareketlenmeye neden oldu yeniden. En geniş cephenin kurulması önerisiyle birlikte tabii ki.

Zaten Kılıçdaroğlu’nun yaz başındaki adalet yürüyüşünün amacı da bu değil miydi? O zamandan bugüne adalet açısından ileriye mi gidildiği yoksa geriye mi düşüldüğü, yürüyüşün adalet konusunda ne derece örgütleyici olduğu değerlendirilmeyi hak eden sorular.

Ama artık Anayasa Mahkemesi kararlarının bile dikkate alınmadığı (kararın doğruluğu yanlışlığı ayrı) bir noktaya gelmiş bulunduğumuza göre yanıt açık aslında.

Eskiden, işçi sınıfının tarih sahnesine çıktığı andan, taa 2. Enternasyonal zamanından beri geçerli olan bir tartışmadır şu: Kapitalizm koşullarında karşı taraf kimi güncel talepler üzerinden geri adım atmaya mı zorlanmalıdır; yoksa düzenin topyekun yıkılmasına, yani sosyalist devrime mi odaklanılmalıdır? Özellikle siyasi ve ekonomik kriz dönemlerinde bu tartışma haliyle daha da yakıcı biçimde canlanır.

Hiç lafı uzatmaya gerek yok ki bu sorunun yanıtı net şekilde ikincisidir. Nedeni de açıktır: Kapitalist düzen hiçbir şekilde, hiçbir toplumsal sorunu çözemez. Ve bu yanıt da aslında yine kriz dönemlerinde doğruluğunu en yalın biçimde hissettirir. İşin bu kısmını uzatmayalım. Ama benim için durum şu kadar açıktır: Bu düzenin, bırakın yoksul ülkeleri, ama merkez kapitalist ülkelerde bile; bırakın krizi refah dönemlerinde bile; sosyal güvencesizlik, işsizlik gibi sıradan sorunları çözme potansiyeline sahip olduğu, çözebildiği gösterilsin, bütün iddia ve düşüncelerimden vazgeçeyim.

Lakin gerekli ve doğru stratejinin sosyalizm mücadelesi olduğunu gösteren başka bir olgu daha var: O da Türkiye’de gericilik, işbirlikçilik ve piyasacılığın üçüz kardeşler olmalarıdır.

Türkiye kapitalist yolu tercih ettiği için kaçınılmaz biçimde emperyalizme yaslanmak ve yine aynı bağlanma nedeniyle işçi sınıfını baskılayabilmek, kontrol altında tutabilmek bakımından da gericiliği, yani milliyetçilik ile dini pompalamak zorundadır.

Sömürü derecesinin artırılabilmesi için işçi sınıfının hem bütün örgütlülük kanallarının yok edilmesi hem de gerici ideolojilerle teslim alınması koşuldur. Bu işleri esas olarak 12 Eylül darbesiyle gerçekleştirdiler. Amerikancı bir darbeydi ve dönemin patron sendikası gazetelere darbeyi kutlayan boy boy ilanlar veriyordu.

Ancak operasyonu esas hedefine bağlayan AKP oldu. Yine bir generaller grubu AKP’nin önünü açmak üzere küçük bir fiskeyle Amerika karşıtı söyleme sahip Erbakan’ı indirip, İslamcı hareketin başına Erdoğan’ı geçirdi: 28 Şubat 1997.

1990’lı yılların sonlarından itibaren emperyalist merkezlerin ve Türkiye burjuvazisinin ihtiyacı AKP idi, AKP o ihtiyaçları karşılamak üzere gerekeni yaptı.

Zamanla Türkiye o derecede krizle yüklendi ki, bugün artık OHAL’siz yönetilemeyecek haldedir. Kapitalist krizin çözümsüz karakteri çözüm diye uygulamaya konulan her şeyin krizin büyümesiyle sonuçlanmasına yol açtı. 

Bugün hasbelkader CHP iktidar olsa mevcut sorunların çözümü için gelir dağılımına radikal bir müdahalede bulunmak (ki olanaksızdır) ya da dışarıdan belirlenmiş ekonomik politikalarla idare edebilmek için OHAL’e sarılmak zorundadır.

OHAL’e muhtaçlar çünkü OHAL’siz 1603 TL’yi işçiye ve gerici yaşam tarzını da cumhuriyetçi kesimlere kabul ettiremezler.

Durum böyle olduğu için Türkiye’de demokrasi mücadelesi diye bir şeyin hiçbir anlamı bulunmuyor. Sosyalizm bağlamında ele almadığımız taktirde demokrasi bir yandan ulaşılması olanaksız bir hedef haline geliyor, ama daha önemlisi, bir yandan da, kapitalist Türkiye’de burjuva anlamıyla olsa bile demokrasi mümkünmüş gibi davrananlar halkı kandırma suçunu işlemiş oluyorlar.