29 Ekim: Kendini bitiren Cumhuriyet

Tarihe sınıfsal bakıyoruz.

Her toplumsal olayın tarafı ve karşı tarafı var. O toplumsal olay, olayın tarafı için devrim ise, karşı tarafı için karşı devrim anlamını taşır.

Her toplumsal olay, karşısına aldığı toplumsal sınıfa “şiddet” uygular, kendi rejimini kurmak için mahkemeler kurar, yeni bir ideolojik çerçeve oluşturur ve soyut insanlık adına istenmeyen olaylara imza atabilir.

Olayların içindeki “şiddet” bir rejimin siyasi niteliğinin tanımlanması bakımından hiç de nesnel bir kriter değildir.

Bu nedenle tarihe sınıfsal bakmak gerekir. 29 Ekim Cumhuriyetini toplumun bazı kesimlerine karşı şiddet uyguladığı gerekçesiyle “faşist” diye nitelemek, demokratik olmamakla suçlamak saçma olur.

29 Ekim Cumhuriyetinin içinde böyle tanımlanabilecek siyasi öğeler vardır, ancak rejimi tanımlayan bunlar değildir.

* * *

29 Ekim Cumhuriyeti, dönemin özgül toplumsal formasyonu Marksist yöntemle çözümlendiğinde, tarihsel bir ilerlemeydi.

Üst yapı kurumlarındaki feodal unsurların temizlenmesi, saltanatın ortadan kaldırılması, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması, laisist bir rejimin kurulması, modernist, insan aklından yana gelişmelerdi ve Anadolu’nun bu yeni zemini işçi sınıfı hareketinin gelişmesi açısından da büyük olanaklar sunuyordu.

Üst yapıdaki en önemli değişim dinin toplumu örgütlemedeki misyonunun sınırlanmasıydı.

Rejimin kurucularının bilinci Batılılaşma retoriğiyle sınırlıydı ve bunu dine müdahale ile gerçekleştirebileceklerini düşünüyorlardı. Batılılaşma retoriğinin üretim ilişkilerindeki karşılığı ise kaçınılmaz olarak milli burjuvazinin yaratılması ile sanayileşme olarak belirdi.

Osmanlı düzeni savaş ekonomisine dayandığı için Cumhuriyet rejiminin kendi öncesinden anmaya değer bir sermaye birikimini devralabilmesinin olanağı yoktu. Milli burjuvazinin yaratılması hedefi devlete görev olarak yüklendi.

* * *

Cumhuriyet en başından itibaren bir sınıf rejimi olarak kuruldu. Milli sermaye ve burjuvazinin yaratılması görevi bunu tanımlıyordu. Cumhuriyet bir burjuva cumhuriyetti. Bu sınıf karakteri Cumhuriyet rejiminin emperyalist sisteme eklemlenmesini koşulluyordu. Anadolu gibi geri bir coğrafyada burjuva cumhuriyetin kendi ayakları üzerinde durabilmesinin olanağı yoktu. Rejimin bağımsızlıkçı, antiemperyalist karakterinin sınırları da buraya kadardı.

29 Ekim Cumhuriyetinin içerideki sınıfsal karakteri ise asker bürokrat kesimin ve milli sermaye unsurlarının, Osmanlı düzenini tanımlayan feodal yapılarla ittifakı biçiminde gelişti.

* * *

Böylece Cumhuriyet rejimi daha ilk gününden itibaren işçi sınıfına, Kürtlere düşman bir çizgiye oturdu. Bu siyasi tercihler, bağımlı kapitalist rejiminin mecburiyetiydi.

Burjuvazi uluslararası deneyimlerden ve sınıf içgüdülerinden hareketle, işçi sınıfının, yoksul köylülüğün baskılanması gerektiğini hissetti.
Feodaliteyle ittifak meselesi ise Doğu ve Kürt illerindeki ağalık düzenine göz yumulmasını zorunlu kıldı. Kürt yoksulları ve Kürt halkının özgürlüğü, Kürt feodallerine bir rüşvet olarak kurban edildi.

Bu sınıfsal ittifaklar gerçekliği, Cumhuriyetin en hassas olduğu noktadaki, laiklik konusundaki aşil tendonu olarak yerleşti. Cumhuriyet sınıfsal çıkarları gereği olarak kendi içinde kendi düşmanlarının gelişip serpilmesine izin verdi.

Komünistleri ve Kürtleri katletmenin 29 Ekim Cumhuriyetini kurtarmaya yetmeyeceğini göremeyen bir tek rejimin kendisiydi.

Bu arada gerici güçler sistematik biçimde pusuya yatıyor, mevzi savaşına girişiyor, başkaldıracağı en uygun an için örgütleniyor, burjuvazinin muhafazakar kanatlarına işliyor, devletin içine yerleşiyordu.

Sorun aslında tek parti iktidarı döneminde bile kendisini ortaya koyuyordu, ancak bu sınıfsal zeminde rejimin yapabileceği herhangi bir şey yoktu.
Feodal Kürt unsurlarla ittifak adına yoksul Kürtler kırıldı. Kürt yığınlarının kırılmasıyla Kürt sorununun çözüleceği düşünüldü. Oysa sorun Kürt feodalitesinin ve rejimin tam kendisiydi.

Solun ve işçi sınıfının kırılmasıyla milli kalkınmanın sağlanabileceği sanıldı. Oysa rakipsiz kalan burjuvazi giderek gericileşti, muhafazakarlaştı, işbirlikçi hale geldi ve 29 Ekim Cumhuriyetinin esas düşmanı olarak serpildi.

Kürtlerin ve Türklerin eşit haklı cumhuriyetinin önündeki engel burjuva-feodal sınıfların iktidarıydı. Bu iktidar kendisinin altını oyuyordu.

* * *

Çok partili döneme geçişle ve bu dönem içinde yapılan her seçimle gerici muhafazakar partiler daha da güçlendi. Bu saptamanın tek “istisnası” halk sınıflarından kopuk olduğu için kaderi yenilgiye mahkum 27 Mayıs idi.

Asker müdahale etti sonuç değişmedi. Askerin müdahalesi daha gerici, faşist askeri müdahalelere ve dinin toplumsal yapıyı bir ağ gibi sarmalamasına kapı açtı. Laik kesim yine ayamadı. Askeri müdahaleleri ilerici devrimler olarak selamladı.

İşçi sınıfına ve sola kıyan Cumhuriyet, alanı gericilere bıraktığının ayırdına varamadı.

* * *

Şimdi 1. Meclis’te toplanmak her şeyden önce bir “geç kalış”tır.

Ancak daha önemlisi, Türkiye’yi bugünkü gericiliğe mahkum eden retoriğe teslim oluş, bu retoriği aynen yineleme niyetidir. 29 Ekim Cumhuriyetinin genetik kodlarını okuyamayıştır.

AKP’nin gerici Cumhuriyeti 29 Ekim’in sonucudur.

Yeni bir başlangıç için iktisadi anlamda antikapitalist, siyasi anlamda Kürdüyle, Alevisiyle barışık işçi sınıfı iktidarı gerekir.

AKP’ye yönelik rahatsızlığın biriktiği bu konjonktürde, tepkinin içeriğine önem vermemek yeni hüsranlardan başka sonuç vermez.

Sosyalistlerin, AKP rejimine karşı tepkileri büyütmek gereken böyle bir dönemde, 1. Meclis’in önünde yer alamıyor oluşlarının nedeni hem 29 Ekim Cumhuriyetinin sınıfsal karakteri hem de toplanan siyasi yapıların halen antikapitalizmin ve halkların kardeşliğinin Anadolu’nun kurtuluşundaki belirleyiciliğini göremiyor oluşlarıdır.

Belki bugün için en önemlisi, 800 Kürdün en doğal hakları için ölmeye yattıkları bu dönemde, 1. Meclis önündeki kalabalığı örgütleyenlerin halen “ne mutlu Türküm diyene” ideolojisine bağlanmışlıklarıdır.