İnanç, bilgi ve delil

İlhar Cihaner'in “İnanç, bilgi ve delil” başlıklı yazısı 7 Nisan 2013 Pazar tarihli soL Gazetesi'nde yayımlanmıştır.

Yurttaşların davaları ve soruşturmaları dünya görüşlerine, önceliklerine, hatta “zamanın ruhuna” göre değerlendirmeleri anlaşılabilir. Hele söz konusu olan AKP soruşturmaları/davaları ise, artık bu durum neredeyse kaçınılmazdır.

Binlerce sayfalık iddianameler, milyonlarca sayfalık ek belgeler, daha soruşturma başlamadan hayata geçirilen devasa medya operasyonları, sanıkların saygınlıklarını yok etme amaçlı girişimler, sızdırılan manüpülatif haberler...

İktidarın neredeyse -devlet dahil- tüm enstrümanları ve bileşenleri ile yüklendikleri/yönlendirdikleri bu süreç, bir de kutuplaşmış toplum kesimlerinin ön yargıları, korkuları ile birleşince, yargılama süreci de anlamını yitirmekte.

Yurttaşlar için artık önemli olan adil bir yargılama sonucunda verilecek karar değildir. Sorun “inanıp inanmama” sorunudur. Bu hal de, iktidar ve destekçileri tarafından alabildiğine kullanılabilecek bir araçtır artık. (Hatta araya kaynamış gerçekten “kriminal kişilikler”, yurttaşlar nezdinde haksızlığa uğramış kişiler mertebesine ulaşabilir)

O nedenledir ki profesör ünvanı taşıyan hukukçular, anlı şanlı köşe yazarları bile “davanın itibarsızlaştırılması, sulandırılması” gibi absürd laflar edebilmektedirler. Üstelik bunu, savunma yapan avukatlara, tanık gösteren sanıklara, yargılama sürecindeki hukuksuzluklara dikkat çekenlere yönelik kullanabiliyorlar, giderek dava ne ise, o davadaki suçlamaları pervasızca/ahlaksızca, hukuksuzlukları eleştirenlere yöneltebiliyorlar: Ergenekoncu, darbeci, bölücü, DHKP/C’li!
Başta belirtiğim gibi, yurttaşlar davalara yaklaşımlarını -mevcut düzen içerisinde- inanıp inanmama konusu yapabilirler, bu anlaşılabilir bir durum.

İktidardan beslenen ikbalperest hukuk esnafı da anlaşılabilir...

Ancak yargı faaliyetini tarafsız ve bağımsız bir şekilde yürütmek zorunda olanlar, ceza yargılamasını “inanç/inanma” konusu yaparlarsa işte bu günlerde yaşadığımız tablo çıkar karşımıza.

Öyle ki “bir dönem” ülkede meydana gelen kriminal olayların tamamının -farklı siyasi aktörlere yönelik olsa bile- tek bir örgüt tarafından yapıldığına “inanılır”.
Hatta “o dönemde” ne trafik kazası olabilir ne kalp krizi olabilir ne intihar ne de uçak kazası... hepsi ama hepsi artık mitolojik bir varlığa dönüşmüş bir örgüte havale edilir. (Ama bu külyutmaz yaklaşım, iş Roboski’ye gelince “masum operasyon kazasına” inanıverir!)

Böylece bir taşla iki kuş vurulur: hem gerektiğinde “gerçek” suçlular/sorumlular gizlenebilir hem de hoşunuza gitmeyen herkesi yazabileceğiniz bir “açık çekiniz” olur.

Artık “uygun bir ihbar” yapılması aradaki tüm aşamaları anlamsız hale getirir ve “ihbar demek, hüküm demektir”.

Oysa hukuk devletinde, ceza yargılaması inanmaya/inanca dayanamaz. Salt “bilgiye” bile dayanamaz. Ceza yargılaması ispata/kanıta/delile dayanır, dayanmalıdır. Üstelik hukuka uygun yöntemlerle elde edilmiş delile dayanır, dayanmalıdır.

Yani inanmak başkadır, bilmek başkadır ispatlamak başkadır.

“Turgut Özal’ın zehirlenmesi iddiası” hakkındaki dava bu konuda son örnek. O kadar ki “Ben zehirledim!.. Hayır ben!” eleştirilerine yol açtı. Oysa ne diyordu rapor:

“Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde yapılan muayene ve yeniden canlandırma işlemleri sonucunda düzenlenen tıbbi belgelerinde zehirlenme lehine değerlendirilebilecek patognomonik (zehirlenmeye spesifik) klinik ve laboratuvar bulgusunun tespit edilemediği,
Radyoaktif madde maruziyeti ile öldüğünün tıbbi delillerinin bulunmadığı”

Bir de savunmaya bakalım:

“Turgut Özal’ın öldüğü tarihte ben Şırnak’ta görevliydim, otopsi işlemi yapılıp yapılmamasına, sonrasında delillerin yok edilmesine benim etki etmem mümkün değildir.”

Veeee Başbakan akil adamlar(ın)a akıl veriyor Dolmabahçe’ de: “Geçen sene kardeşimi yakalayıp içeri atacaklardı. Siyasi riskimi aldım, teslim olmaması için bütün adımları attım. Bunu da açıkça burada söylüyorum”

İşte hukuk devleti, işte bağımsız yargı!