İmtihan Yazıları – 3: Muhafazakârın Sanatla İmtihanı

Çok yazıldı, konuşuldu “muhafazakâr sanat” hakkında. Ergin Yıldızoğlu* ve Yiğit Günay’ın** nefis yazıları akıl açtı, saflar netleşti. Yazacaklarımın yeni bir şeyler imleyeceğine, yazılanların dışında başkaca bir katkı yapacağına dair bir iddiam yok. Her zamanki gibi içimi dökmek istiyorum. Kabalığımı mazur görürseniz ve ırkçılıkla suçlamayacaksanız eğer, toplum nezdinde kullanımı çok yaygın olan bir deyiş vardır, “arap yağı bol bulunca…” diye başlar, bilirsiniz. İşte, sanatı bol! bulduğunu zanneden muhafazakârlar ve yandaşlar neler yapıyor, bakalım…

Şehir Tiyatroları’na gerçekleşen saldırı henüz bu kadar bariz değilken, İskender Pala’nın çapsız manifestosu yazılmamışken, iktidarın, “Edebiyat Teşvik Projesi” adı altında edebiyatı muhafazakârlaştırma çabasına değinmiştik önceliği tiyatroya verdiler. Tiyatroyu bildiklerinden ya da ömürleri sahne tozu yutarak geçtiğinden değil, elbette. Belki, kendi yarattıkları burjuva sınıfının “kapalı” beğenilerinin görsel sanatlara tezahüründen, belki de, ülkeyi ve adalet mekanizmasını zaten koca bir tiyatroya benzettiklerinden…

-Bacım, dün akşam bizim beyle bir oyuna gittik.
-Hangisi?
-“Hz.Ömer’in Adaleti”. Adam bir adil, bir adil ki sorma. Rimellerim akmasın diye zor tuttum kendimi.
-Çok övüyorlar bu oyunu. Geçen gazetede vardı, birkaç özel yetkili savcı da aileleriyle izlemişler.

Olur mu demeyin, Zaman gazetesindeki habere bakalım: “İzmir'deki Kestanepazarı talebeleri, "Hz. Ömer'in Adaleti" isimli oyunu sahneleyecek. 42 yılda 13 bin defa sahneye çıkan usta oyuncu Abdullah Kars'ın (72) yazdığı, yönettiği ve rol aldığı oyunun kadrosunda 17 öğrenci bulunuyor. Öğrencilerin birçoğu hafız, ya da hafızlığa yeni adım atmış bulunuyor.”

Sanata saldıranlar belli ama isim olarak bir ağırlıkları yok. O zaman ne olacak, popüler isimlerden birkaç yandaş bulunacak: Vizontele’de annesinin mezarı başında dua okumayıp, radyodan sevdiği şarkıyı dinletmeye çalışan Yılmaz Erdoğan çıkacak, “ezan” diyecek Haluk Bilginer, “Şehir Tiyatroları kapanmalı” diyecek yetmeyecek, babasının yancısı Behzat Uygur, “özelleştirmek ya da özelleştirmemek işte bütün mesele bu” diyecek… Sos niyetine de Recep İvedik, “özelleştirme güzeldir” diye şakşak yapacak. Çok uzağa değil, referandum dönemine bakacak olursak, AKP’nin piyasa yapmış isimler üzerinden yine aynı taktiği güttüğünü hatırlarız. Başbakanla kahvaltı sofraları, Kürt açılımı üzerine verilen aydın demeçleri, yetmez ama evet propagandacıları… Kaval aynı kaval, sürülen başka koyunlar…

“Çağrı” filmini sahurda değil, “prime time”da da görmek şaşırtmamalı kimseyi. Said-i Nursi’yi yeni çektiler ama bir Necip Fazıl filmi bomba olur, bomba. Çocuklar için çekilecek animasyon filmlerinde namaz kılan örümcek adam ve pepee, olmazsa olmaz.

-Hanım koş, bizim çocuk kafasında şapkayla abdest alıyor.
-Pepee’den öğrenmiştir, efendi. Şapkasını ters de çevirmiyor o kâfir.

Geçen gün katıldığım bir panelde Ressam Mehmet Güleryüz muhafazakârların, yani resme meraklı! sonradan görmelerin, figüratif resimleri almadığını soyut resimleri tercih ettiğini söyledi. Başta işkillendim ve ilginç geldi bu tespit. Ancak, “barbie” bebekten tahrik olan, kız çocuklarına tecavüz eden, erkeklerle tokalaşmaktan imtina edenler aklıma geldi ve kanıksadım. Kanıksadığım için kendime kızdım.

Edebiyatta, yıllardır bir şeyler üretmeye ve yazarları palazlandırmaya çalışıyorlar, yeni değil. Ortaya çıkan eserlerin nitelik açısından sanatın tüm alanlarında üretilen diğer gerici eserlerden farkı yok. Hepsi ortalamanın altında. Burada dönüp, iğneyi de kendimize batıralım. “Muhafazakâr Sanat” diye bir şey yoktur. Bu başlığa üreteceğimiz tüm cevapları ise “devrimci sanat” üzerinden vermeliyiz, diyelim. Çünkü karşımızda sanatı “muhafaza” etmeye çalışan bir kitle yok. Zaten muhafaza etmek istedikleri hiçbir konuda bilgi ve birikimleri de yok. Bana bir tane muhafazakâr sanatçı söyleyin ki, “estetik” üzerine birden fazla kitap okumuş olsun. Ya da Clément Huart’ın “Arab ve İslâm Edebiyatı” kitabından haberdar olsun. Varsa yoksa, kendi zenginlerinin zevksizliğine hitap eden bir sanat olsun derdindeler. Ancak, farkında olup da bilmezliğe geldikleri bir husus var: Sanattan anladıkları beğeni düzeyinin evrensel normlardan uzaklığı! Sanat kutup ise, muhafazakâr ekvatordur.

Çocukken meraklısı olduğumuz legolar vardı, çeşitli şekiller oluştururduk. Bir muhafazakâra kütüphane teslim etsen, kitapları üst üste/yan yana koyarak toplu konut inşa etmeyi akıl eder, okumayı akıl etmez. Aydınlanmanın karşısındaki insanların sanattan anladığı heykel yıkmaktır, heykele tükürmektir ya da başbakan kızının yaptığı gibi protokolde oturup cak cak sakız çiğnemektir. Sanattan “insan”ı dışlayarak oluşturulan her eserin değeri tartışılır sanatın kendisi devrimcidir. Sanatın muhafazakârlaştırılmasının halk nezdinde de ne kadar değer göreceği tartışmalıdır. Faşizmin en azılı zamanlarında bile sanata “sol” hâkimdir, her türlü işkenceye ve kayıplara rağmen. En fazla sansüre uğratırsınız, onun da değerini tarih verir. Dolayısıyla, siz sanatı tarihsel öneminden geri çekemezsiniz. Belki popüler isimlerden yandaşlar devşirirsiniz saflarınıza o kişilerin de değerini tarih verir.

Birkaç ay önce gerçekleştirilen bir yuvarlak masa toplantısında “1.Cumhuriyet’in Romanı Var Mı?” diye tartışılmıştı. Hadi, konuyu genişletelim: “2.Cumhuriyet’in Sanatçıları Kimlerdir?” İsimlerin çoğu kendilerini deşifre etmek için birbirleriyle yarışıyor. Nihat Doğan gibi bir meczup kanaat önderliğine oynuyor Sufî Elif Şafak banka reklamlarında arz-ı endam ediyor… Biz de “muhafazakâr sanat”ı tartışıyoruz, olmayan bir şeyi… Güçten ve iktidardan yana olan sanatçılar her daim çıkacaktır karşımıza. Yine ağzımı bozarak ve bir halk deyişiyle söylemek zorundayım, özür dileyerek: “görmemişin sanatı olmuş, tutmuş … koparmış”

Hep tespih tutacak değiller ya…