İmtihan yazıları - 1: Yazarın röportajla imtihanı

Arkada bir kitaplık ya da içki masası, diş macunu reklamlarını anımsatan uzayan bir gülüş ya da uzaklara doğru dalgın “dünyayı anladım” bakışları ve yeni çıkmış bir kitap. Koşulların çoğu röportaj için oluşmuş zemin, felsefe yapmaya müsait…

Karaduygun’a gelince, karaduygun varoluşsal bir duygulanım hali” (Sema Kaygusuz, son kitabı Karaduygun’u tanımlıyor, Cumhuriyet Kitap). Birhan Keskin tarafından, kitap çıkmadan önce reklamı yapılmaya başlanan kendi yaşamının biricikliğine ve anlatıcısı Kaygusuz’un ustalığına değinen, bizi tivitlere boğan bir kitap… Varoluşsal duygulanım halleri işte, idare edeceğiz artık.

Yazdığım her bir söz, her bir satır özgündür” (Canan Tan, son kitabı Issız Erkekler Korosu’nu anlatıyor, Vatan Kitap). Ancak Tan’ın unuttuğu bir şey var ki, birkaç paragraf öncesinde şöyle diyor: “‘Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın’ diyenler de var, ‘Şimdi uzaklardasın’ diyerek hiç dönmeyecek sevgililere seslenenler, ‘Nereden sevdim o zalim kadını’ diye haykıranlar da…

Hikâyenin özellikle geçmiş kısmı oldukça sert, sarsıcı olaylarla dolu bir aile hikâyesi. (…) Bir an evvel hikâyemin içine düşmek istiyordum. Karaköy’de bir hana attım kendimi. (…) Dostluk benim için çok önemli… Çünkü dostlarımı kendimiz seçiyoruz. (…) Hayatın yalnızlığında birbirine tutunmuş iki insanı anlatmak istedim Deniz ve Narin’de. (…) Kahpelik aslında bu kitabın ruhunda var.” (Hande Altaylı, son kitabı “Kahperengi”yi anlatıyor, Radikal Kitap) Neyse ki, bu kadar klişe laftan sonra Hande Altaylı, özgünlük gibi bir iddiada bulunmamış.

Bu kitabı diğerlerinden ayırt eden en önemli özellik şu: Ben bu sefer kitabın tamamını düşünerek yazdım. Diğerlerinde hikâyeler yazıyor ve o hikâyeleri bir araya getirerek, bir kitap oluşturuyordum. Bir üst kurguları vardı ya da yoktu…” (Murat Gülsoy, Alemlerin Sürekliliği ve Diğer Hikâyeler’i anlatıyor) Ne üst kurgular sevdim, zaten yoktular. Belki de vardılar…

Yazar röportajlarından örnekler verip de sufilerin gülü, kırılganlığın ve belli belirsiz utangaçlıkların insanı Elif Shafak’tan bahsetmemek olmaz. Şöyle buyurmuş romantik ve hümanist yazarımız: “Ben zaten duygusal bir insanım. Yazarken İngilizcenin yarattığı mesafe bana iyi geliyor. (…)Kitaptaki fotoğraf çekimi için ilk defa beyaz gömlek giydim. Bu ilk satın aldığım beyaz gömlek. İrrasyonel biriyim ben. Bir şey yapmam lazım mesela. Çok az vaktim var. Bir şey görürüm ona dalarım ve bambaşka bir yöne giderim. Eyüp buna çıldırıyor. Çok düzenli bir insanın delirebileceği bir dağınıklık var bende. Kuaföre Eyüp’ün zoruyla giderim. Geçen gün manikür yaptırdım ve yarısında bıraktım, çok sıkıldım. Saçımı kendim keserim, boyarım. Feci olursa, o zaman kuaföre giderim. (…) Yemek yemiyorum. Yıkanmıyorum. Uyumuyorum. Perdeleri çekip yarasa gibi yaşıyorum. Tırnaklarımın kenarlarını koparmaktan tek tek düştükleri dönem oldu. Yazarken ben yok oluyorum” (Sanem Altan’a verdiği röportajdan)

Bütün bu örnekleri, yazarların ya klişeler içinde boğularak ya da kendilerini ve yazdıklarını okurdan daha fazla önemsediğini düşündüğüm için verdim. Kitabı okumaya niyetlenen ama öncesinde söyleşileri okuyan bilinçli ve programlı okurlar için bu tür cümleler referans niteliği taşımaktadır.

Popüler ve “çoksatar” yazarların ise saydıklarım dışında bir başka sorunları daha var: Tekrara düşmek. Her kitap ekinde yer almak gibi bir görev belirlediklerinden veya yayınevleri böyle uygun gördüğünden midir bilinmez, verdikleri demeçlerin hemen hepsi birbirine benziyor. Aynı şeyleri farklı cümlelerle söylemek de bu durumu değiştirmiyor. Herhangi bir gazetenin astroloji sayfasını okuduğunuzda da her burç için söylenen farklı cümleler aslında aynı kalıplarla sunulmuyor mu? Durum böyle olunca, söyleyecek sözünün kısırlığı söyleşilerine yansıyanların yazdıklarından medet ummak da oldukça naif kalıyor.

Ters köşeye yatıran durumlar da oluyor elbette. Bir söyleşisini okuduktan sonra almaktan vazgeçtiğim Irmak Zileli’nin “Eşik” romanını, sekterliğimi yıkıp okuduktan sonra çok sevdim ve haksızlık yaptığımı anladım.

Ahmet Tulgar’ın son romanı “Çocuklar ve Canavarları” da beni yanıltan kitaplardan biri oldu. Birkaç söyleşi ve kitap tanıtım yazısı okuyunca merak edip aldım kitabı. Sonuç şu: Ahmet Tulgar, söyleşilerinde, kitaplarından daha iyi ifade edebiliyor kendisini. Hem de daha iyi bir Türkçe ile!
Hâlâ da öyle. (…) Hâlâ da öyle oluyor. Cebimde hâlâ onun mektupları yani. (…)Hâlâ. (…)Hâlâ öyle (…)Hâlâ aynı sorulara cevap arıyorum işte ben.” (s.17) “Yani cinayet çok normalken, yazarlık öyle tuhaftı ki, cinayet işlemedikleri için yazarlar bana öyle tuhaf geliyordu ki, şimdi ikisinin bir araya gelmesi bana çok zor anlaşılır geliyordu yani. Yani bir yazarın cinayet gerekçesinin ne olabileceği az buz önemli bir soru değildi.” (s.19) “küçük bir telaşlandım” (s.21) “Bu adamdan korkulurdu. Bu adam beni altüst ederdi. Bu adam beni alt ederdi. Bu adamdan sahiden korkuyordum ama korktuğumu anlamasından, bu adamdan korktuğumdan daha fazla korkuyordum ki bu, bu adamdan korkumu daha da artırıyordu o zaman.” (s.32, 1.paragraf) 72-75. sayfalar arasında 35 kez kullandığı “aptes” sözcüğü vb… Peki Ahmet Tulgar ne demiş kitabıyla ilgili: “Çok yoruluyorum yazarken, kolay da beğenmiyorum (…)Bu kitap çok satanlar listesinde olsun istiyorum. Çok emek verdim, zor bir temayı seçtim. Her kelimeyi düşündüm ve çok kişiye ulaşsın istiyorum. (…)Siyasi olarak da çok net biriyim. 'Siyaseten düşman olduklarımı edebiyatla affettim' derim. Çok kızarım ama bir işkenceciyi edebiyatla affederim. İnsanın hayatın ortasındaki yalnızlığını ve çaresizliğini, bir yandan da ne kadar muhteşem güçlere sahip olduğunu, ne kadar birbirimize ihtiyacımız olduğunu gösteren bir şeydir (Akşam gazetesine verdiği röportajdan). Bir işkenceciyi edebiyatla affetmenin solculuk gereği olduğunu düşünen başka bir hümanist yazar imiş Ahmet Tulgar, bunu anlıyoruz. Ancak iyi bir okur, özensiz bir dili affetmez.

Yazının üst başlığına “İmtihan Yazıları” dedim fakat amacım kimseyi sınamak ya da yargılamak değil. Okur olarak itiraz ettiğim noktalarla ilgili içimi döküyorum. Çünkü yazarların sorunlu çocukluklarını, çocukken okumaya başlamalarını, ebeveynlerinin kitaplıklarından aşırılan kitapları, ilk okunan kitabın kapak renginden fiyatına kadar detayların hatırlanmasını sıkılarak okuyorum… Yaramazlık yapan, mahalle kavgası çıkaran, seksek oynayan, başaltından misket vuran, kitap okumaya lise sonda başlayan yazarlarımızın sayısı artsa fena mı olur? Solcu olduklarını söyleyip Yeni Şafak’a, Zaman’a, Taraf’a demeç verenleriyse zaten anlamıyorum. Aklıma Mina Urgan’ın Bir Dinazorun Anıları çoksatar olunca, bir röportajında söylediği geliyor: “Bir şeyleri yanlış yapmışım demek ki…”.

https://twitter.com/#!/Huseyin_Cukur