“Bir” Garip Şiir Eleştirisi

Ne zamandır okumak istediğim bir şiir kitabı vardı. Okumak deyince yazarına olan hayranlığımdan değil, merakımdan… Bir arkadaşımın elinde görünce ödünç aldım ama her sayfayı notlarla, her dizeyi fosforlu kalemlerle işaretleyince emanete hıyanet etmiş oldum. Dolayısıyla, bu yazıyla hem arkadaşıma özür borcumu ödeyeceğimi hem de şiirin geldiği noktayı gösterebileceğimi düşündüm. Ne bencillik!

Bahsettiğim, Ömer Erdem’in son şiir kitabı: “Kör”. Bu yıl içinde Everest Yayınları’ndan çıktı…
Kör, on bir bölüm ve elli altı şiirden oluşuyor. Ömer Erdem, yüz on sayfalık kitabında toplam 7887 sözcük kullanmış. Rakam fazla gelmesin. Zira tekrarları ve –bana göre- çapaklarının alınması gereken sözcükleri çıkarınca fikriniz değişecektir. Şiire ilgi duyan, seven okurlar ve şairler bilir ki, şiir, fazladan konan sözcükleri reddeder. Bir sözcüğü çıkardığınızda, o sözcük, şiirin bütününü etkilemiyorsa fazladır. Zor olan ve ustalık isteyen de, her sözcüğün omurganın bir parçası olduğu şiiri yazmaktır. Ömer Erdem şiirlerinde, 361 kere “bir” sözcüğü 69 kere “gibi” 87 kere “ve” 73 kere “mı, mi, mısın, misin” 300 kere “bu, şu, o, bunlar, şunlar, onlar” 86 kere “de, da, ki” 227 kere “ben, sen, biz, siz” 33 kere “şey” (toplam 1236) sözcüğü kullanıyor. 18. yüzyılda ölen Nahum Tate’nin Kral Lear’a “mutlu son” eklemenin dışında, Shakespeare’in iki yüzün üzerinde kullandığı “eğer” sözcüğünü otuzlu sayılara indirdiğini unutmadan şunu diyebiliriz ki: bu sözcükler, bu sıklıkla kullanıldığında şiirlerin dili ve niteliği hakkında kuşkular ortaya çıkar. Erdem’in poetikası kuşkuları doğrular nitelikte. Saymadığım ama sayıldığında toplamı birkaç yüzü bulacak sözcükler ise şunlar: “bile, ne, hem, ah, her, hiç, hiçbir, daha, şimdi, ey, sana, için, ilk”.

“Cahit Zarifoğlu Şiir Ödülü”nü aldığında yaptığı konuşmada: “Şiir nedir ve şair kimdir sorusuna muhatap olsam bütün kalbimle vereceğim cevaplardan ilki olacaktır Cahit Zarifoğlu.(…) Bir de şu var, Necip Fazıl'ı tanıdığım vakit bir lise öğrencisiydim ve beynimde bir yangın çıkmıştı. Sezai Karakoç ile karşılaşınca ise ruhum büyük bir ruhun ebedi mıknatısına kapılmıştı. (…)” diyen Ömer Erdem, muhafazakâr bir şair… Şiirlerinde, yazılarında, röportajlarında da bunu saklamıyor.

“Ademin Özür Dileyişi” , “Kuzular”, “Kuş Bakışı” ve “Ne Var” şiirlerinde hüthüt kuşuna göndermeler yapıyor: “ve özür diliyorum güvercin hüthüt ve kargadan” “bir daldan bir dala konan hüthütler gibi” “hüthüt gururu gibi boynuna sarılan” “hüthütü ben gönderdim belkısa ne var”. Bilindiği üzere hüthüt, kuşdilini konuşabilen Hz.Süleyman’a Belkıs’tan haber getiren kuştur. Suyu, toprağın bile altından görebildiği için Süleyman’ın ordusuna kılavuzluk yaptığına inanılır. Sorun, dünya görüşü değil elbette. Muhafazakâr yazarların aşmayı pek beceremediği “edebi” çıtada... Diriliş, Hece, Gerçek Hayat, Fayrap, Dergâh gibi edebiyat dergilerinde bir araya gelen bu isimler dizelerinde bolca kullandıkları “allah, tanrı, şeyh” vb. kelimelerle şiir yazdıklarını düşünmekteler.*

Erdem, Kör’de, şiirlerini tekrarlar üzerine kuruyor. (Necip Fazıl’ın şiirlerinde de bu tür tekrarlar oldukça fazladır.) Yukarıda bahsettiğim ve “çapak” olarak görünen sözcüklerin dışında da okuyanı bezdiren tekrarlar var. Örneğin: Ademin Özür Dileyişi’nde “üç” 21, “özür diliyorum” 24 kere kullanılmış. Tamamı yüz on iki sözcükten oluşan Tık Tık’ta “tık” 34 kere Eksik Sesleniş’te “çek” 13 kere Öylesine’de “öylesine” 12 kere Söylence’de “oğuz” 21 kere Kuzular’da “kuzu” 18, “bil” 16 kere Kaçak Avcı’da “av” 23 kere Soru’da “soruyor” 22 kere tamamı seksen iki sözcük olan Unutmak şiirinde “unuttu” 10 kere altmış iki sözcükle yazdığı Sis Boğazda’da ise “sis” 10 kere kullanılmış.

“Tık Tık”: “kapılara camlara beş kere tık tık mı / ona buna orada burada tık tık mı / su içinden gül başından tık tık mı / serçe mi iner ovaya kuş mu tüner / ince ince döve söve tıktık mı / dilimi boşa yordum olmadı bayram / o onun kulağında küpe tık tık mı / herkes yüzünü duvara dönsün tık tık mı / dolarken valizler tıka basa kader bile / her yanı külbahar ülkemin ne iyi tık tık mı / alt katı da var evlerin üstü de tık tık mı / uyuyor musun kelebeğim çalacak saatin / öyle bir damlıyor ki su / önce hafiften bir tıpırtı sonra…../ tıktıktıktıktıktıktıktıktıktıktıktıktıktıktık mı tık tık mı”

“Hiç Kimse” şiirine bakacak olursak: “niçin ısrarla arıyorsun ki beni / bilmeden hataya düşsem / ya da bir anlık eteğini tutsam mini bir günahın / bilirim kapıdadır elin / bilirim hazır uzağı göstermeye gözlerin / bir alıp başımı gitmek geçse içimden / sorular ok gibi peşimde / ben insan kıyısıyım kırık pirince benzerim / bir zerre tozda bile kaybolur resmim / ısrarla niçin ararsın ki beni / ben hiç kimseyim ben kimse değilim” Bu şiirde kullanılan “ki”, “bir” ve “ben” sözcüklerini çıkardığımızda anlam ve bütünlük değişiyor mu? Değişmiyor.

Not aldıklarım, on sözcük ve üzeri tekrarlar ama kısa şiirlerde de çokça görüyoruz. Bu kadar tekrardan sonra, 7887 sözcüğün haşmetine kanmamamız gerektiğine sığ bir Türkçe ile şiir yazan bir şairle muhatap olduğumuza ikna oluyoruz. (Hala ya da hâlâ ikna olmayanlar biraz daha sabredebilir)

Bu kadar sıkıcı bilgiden sonra hakkımda iyi düşünmediğinizi tahmin ediyorum. Hayır, Devlet Bahçeli’ye de özenmiyorum. Ancak, Bahçeli’nin de sevebileceği bir Ömer Erdem şiirinin zamanı geldi…

İki Dört:“iki dört geldiğinde yan yana / toplasan sekiz eder çarpsan on altı / bir kalır eğer bölsen birbirine ve çıkarsan da sıfır / bir de kırk dört var benim gibi / geride iki bir iki üç ve bir de çift iki ve kim bilir sonrasını değil mi”

İmla hataları ise oldukça garip… Özel isimlerden sonra “kesme işareti” kullanmamak bir tercih unsuru olabileceği için imla hatası saymamak gerekiyor ama “hâlâ” yerine “hala” tercihleri için aynı şeyi söyleyemem.”Sanki III. selim hala padişahmış” (Öylesine) “git dön eliçlerine hala ellerin varsa” (Soru). Bir de “nokta” bolluğu var ki, hangi dizeden sonra kaç adet noktanın, hangi anlamı imlediğini bulamadım. Üstad Saramago’nun virgüllü konuşmalarına ve Leylâ Erbil’in bu konudaki yeniliklerine aşinayız ancak, Erdem’in bu nokta bolluğu özensizlik ile açıklanabilir. “önce hafiften bir tıpırtı sonra…..” (Tık Tık) “gerilmiş yay dolu…………..” (Işık Kesiği) “unutma……!” (Fısıldayan Çalılık) “güz gelirken kırlara kül bırakırken meşeler sessizce….” (Boşluklar) “devlet metal kilitlerde saklıyor parmak izlerini….”, “geldi vakti görmenin….” (Kuş Bakışı).

“sret riiş eyid rib yeş rav” dizesiyle başlayan “Aksi Şiir”de ise sözcükler tersten yazılmış ancak şiirin adı “düz”! Keşke sağdan sola yazılsaydı da, en azından bir göndermesi var, diyebilseydik diyemedik. “Hiç ölmeyecekmişim gibi bekleme beni / hiç yaşamıyormuşum gibi bekleme” dizeleriyle başlayan “Bekleme” şiiri ise, Konstantin Simonov’un dilimize “Bekle Beni” olarak çevrilen güzel şiirini anımsatıyor.

Kitabı okuyanlar elbette sevecekleri şiirler ve parlak imgelerle karşılaşacaktır. Yazarının “Kör” ile ilgili verdiği röportajlardaki “ben bilirim” tavrına ısınamamakla beraber Cumhuriyet’te, Deniz Durukan’ın güzellemeleri başta olmak üzere, kitap hakkındaki övgülere katılmıyorum. Yasakmeyve dergisinin son sayısında verdiği röportajda şöyle demiş Ömer Erdem: “Hem ben daha Evvel’den beri insanı ve toplumu, dil, tarih, kültür ve zihniyet ve güncelin içinden yoklamayı, tersyüz etmeyi –Aksi Şiir’i kastediyor herhalde- sarsmayı, konumlamayı, estetiğin katmanını insanın kan hızı yanında ruh hızına da çekmeyi daha bir önceledim… Kör çünkü, bakışın bütün ekseni felsefi bir öz olmanın yanında fenomolojik örüntüye de çoktan sahip. Hem dönüp ben de sorayım “kör” olmayaydı da kör mü kalaydı?”

Bu özgüvenle ve “ey, ne, şimdi” gibi sözcükleri kullanarak “büyük söylem”e yaklaştığını düşünen şairler tarih önünde çuvallamışlardır.

* Popüler muhafazakârlardan İbrahim Tenekeci ve Ahmet Murat Özel’den birer şiir örneği vermek gerekiyor, benzerlikleri saptayabilmek için.

Tenekeci’nin kitaplarından birine ismini veren şiiri, “Giderken Söylenmiştir” (İlk iki dizede ve birçok dizesinde görülen edebi yoksunluk ve kısırlık ise başka bir yazının konusudur)

I
bakın ne diyorum, dünya
sekerek yürüyor, gözümden düştü ya

seviyorum aklımın almadığı şeyleri
titriyorum emin olduğum zaman
evlerin ev halkının ve devletlerin
gidiyorum bıraktığı boşluktan

nefes alıp emek veren, insan görünce kaçan
gereksiz harcamalar gibi herkesin
canını sıkan ve sonra bakan
gidiyorum, bu kesin.

II
toprağım ben, dünyanın kök saldığı
ancak uyurken rabbime nazım geçer

dünyayı, o görkemli hastayı
belki bir rüzgâr eser beni görmeye
diyerek bekledim ve düşündüm ki
gözlerim kalacak benden geriye

suyu görünce susan bir anneyle bir baba
gibi yaşadım bir kabuğun altında,
dedim bir şey gösterin isim koyacak
bir şey gösterin, şaşırsın bana

III
bu kadar mezarın arasında ne büyür
ey ölüm, gel otur şuraya ve düşün

sözcük yapımında kullanılan
bir şeydir senin gülüşün
herkes güzeldir sustuğu kadar
sen de güzelsin, bu mümkün

ne kaldı geriye aslına uygun olan,
tutumlu güneş, girişken gün
gibi sen kaldın, eli ekmek tutan
bir bahçe kadar düzgün

Ahmet Murat Özel’in Kitabü'l- Fiten'i: “kız nâmahremini öpünce / pastanenin önünde, / birkaç melek avunacakları / birşeyler aramaya başlıyor gözleriyle. / burnuna kadar çekiveriyor yaşmağını / mukâbele dönüşü torununa / bir isim düşünen kadın. / evinin duvarlarına, bahçedeki akasyaya / altın çivilerle canlı kelebekler / tutturulmuş gibi oluyor, / oluyor kuş yuvalarını sanki o dağıtmış / hızırı kapıdan o kovmuş / bir böceği ezerken yakalanmış / kendine aynada. / bir sonraki otobüs yarım saat sonra, / adımlarını sıklaştırıyor ama bunun için değil / ve dağılıyor dilinde virdi / cama vurulunca kaçışan / akvaryum balıkları gibi. / göğe bakıyor, büyük sıcak saate / ne kadarı / hâlâ yerinde diye”

Üç farklı isim ve şiirleri… Fışkıran gericilikten, ölüm güzellemelerinden, dini referanslarından bağımsız olarak şu soruyu soralım kendimize: Şiirleri birbirinden ayırabiliyor musunuz? (Koyu renkle gösterdiğim sözcükler, benzetme üzerinden ilerlemelerin ve tekrarların göstergesidir.) Zaten ortak bir noktaları da şiirlerinin “benzetmeler” üzerinden ilerleyememesi. Bu yüzden de en fazla kullandıkları kelimelerden biri “gibi”... Ömer Erdem’in, Kör’de, 69 kere kullandığını belirtmiştim. Diğer şairlerin yazdıkları şiirler de ortada! İsimleri ve örnekleri arttırılabiliriz.

Sonuç olarak şunu söyleyebilirim ki, muhafazakâr cenahın şiirlerinde bir özgünlük yok. Üstelik, “Hâtıra” şiirinde “Renk renk hâtıralarım oda oda silindi / Anne kokan bir Türkçem vardı, o da silindi.” diyen Necip Fazıl’ın epey gerisindeler… Yeni bir şiir yazmadıkları, hatta birbirine çok benzeyen ve tekrarlar üzerine kurulu şiirlerine rağmen bu kadar el üstünde tutulmalarının bana göre tek bir sebebi var: Hizipçilik… Siz bakmayın röportajlarındaki afili laflarına, “dost işi” kitap tanıtım yazılarının parıltılı övgülerine. Asıl şike, futbolda değil edebiyatta dönüyor.

***

İki hafta önce yayımlanan yazımda “Edebiyat Teşvik Projesi”nden bahsetmiş ve AKP’nin kültürel dönüşüme dair planları olduğunu yazmıştım. Yazıdan birkaç gün sonra, Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Prof. Dr. Mustafa İsen, “Muhafazakâr kesimin nasıl bir demokrasi anlayışı varsa, ‘muhafazakâr estetik’ ve ‘muhafazakâr sanat normlarını ve yapısını oluşturmak gibi bir yükümlülük içindeyiz” dedi. Kuşatma her alanda devam ederken, kendisine “aydın” diyen sanatçıların birçoğundan bu açıklamaya dair en ufak bir tepki gelmedi. Elbette, iktidarın düşlediği muhafazakâr estetik, yukarıda üç şair üzerinden örneklemeye çalıştığım kadar “kapalı” değildir. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Mart ayında düzenlediği bazı etkinliklerden örnekler vereyim: “Esra Ceyhan ve Anne Olma Serüveni” “Cemal Nur Sargut ile Tasavvuf Sohbetleri” “Çok Kültürlülük, İslam ve Avrupa” “Bir Mesnevi Aşığı Tahir-Ül Mevlevi” “Din ve Edebiyat: Edebiyatın dindeki yeri, dinin ve edebiyatın kesişme noktaları”… Görüldüğü üzere daha bariz, karşısındakini yok etmeye çabalayan bir keskinliği hedeflemektedir. Belki de bu yüzden, Fazıl Say’a edilen küfür ve hakaretler, şarkıcılar ve milletvekillerinin salyalı ağızlarından çıkan açıklamalarla meşrulaştırılmaktadır. Yapılması gereken, karınlarına kuduz aşısı zerk etmek değil salgını yok etmektir.