Sanat ve örgütlenme

Önce bilinenleri anımsayalım. Sanatın bizzat kendisi bir örgütlülük halidir ve bu eşiği atlayamadığı sürece, nitelik ve nicelik açısından kan kaybetmeye mahkumdur. Sanat derken, yalnızca icrayı anlamıyorsak, bürokrasisinden teknik çalışanına, vaz geçilemez destekler olmaksızın kendini var edemeyeceğini biliyorsak, karmaşık ve disiplin gerektiren bir eylem alanından söz ediyoruz demektir. Aklımıza geldi, söylemeden edemeyiz. Eski bir hastalığın devamı olarak, örneğin TÜSAK şeyine dair görüş ve düşünce bildirirken, sanat bürokrasisi ve teknik kesim çalışanlarından, doğru dürüst bir kelam edilmemesi, tek kelimeyle ayıptır ve büyük bir eksikliktir. Konumuza dönelim.

Yaratıcı ve alıcı açısından, sanatın, önünde sonunda bireysel bir eylem olduğuna inananlardanım. Düşünce zaptiyeleri kaş kaldırmadan, meramımı anlatayım. Sanatın kollektif ya da örgütlü olmasını sağlayan, bireysel anlamdaki düşünsel ve estetik çabaların, ortak bir noktada buluşarak “yaratı”yı var etmeleridir. “Düşünsel ve estetik çaba”, sanat eyleminde yer alanların, birer kukla ya da robot olmadığını, olmaması gerektiğini anlatmak için kullanılmaktadır. Alıcı açısından düşünecek olursak, uzatmaya gerek yok, bir yapıttan herkes kendince çıkarımda bulunur. Çıkarımların birbirine benzemesi, sanat ürününün ortak tepkilere yol açması, bir başarı ya başarısızlık ölçütü olsa da, vurgulamaya çalıştığımız gerçeği ortadan kaldırmaz.

Zaten bir örgütlülük hali olan sanata emek verenlerin, hayatın içinde örgütlenmesi ne durumdadır ve nasıl olmalıdır? Bizim dikkat çekmek istediğimiz asal sorun budur. Sanat emekçilerinin, siyasal parti anlamındaki tercihleri dışında, her biri kendine özgü amaç ve çalışma yöntemine sahip örgütlenmeleri vardır. Sendika, kooperatif, vakıf, dernek, birlik, platform, kolektifler olarak, örgütlenme modelleri uzar gider. Mesleğe yönelik sorunlar, emeğe yönelik hak talepleri, mesleki dayanışmalar, toplumsal olay ve gelişmelerde varlığını hissettirme ve bir baskı grubu oluşturma, sanatta örgütlenmenin de ana amaçlarını oluşturur.

Bu bağlamda dünden bugüne, kuyruklu yıldız gibi görünüp kaybolanlar, yaptıkları eylemlerle saygıyla anımsananlar, görüş ve duruşlarıyla yol gösterip öncülük yapan kişiliklerin azlığı, sanat dünyamızın örgütlenme geleneğinin fotoğrafıdır. Ama öte yandan, sözgelimi internette yapılacak bir tarama, ülkemizde değişik adlarda binlerce “sanat örgütlenmesi” olduğunu da gösterecektir. Aynı amaçlarla kurulmasına rağmen, “öz”, “has”, “hakiki”, “valla bizimki daha hakiki” gibi adlarla “farklılık” gösterenler, bu listenin önemli kalemlerinden birini oluşturmaktadır. Temeli sağlam atılmamış, ilkesel bütünlüğe kavuşmamış, adı iri ama teyellerle bir arada durdukları, en küçük krizde belli olan toplaşmalara ise, her gün biri eklenirken, beşi unutulup gitmektedir.

Elbette “demokratik kitle örgütü”nün, “sivil toplum kuruluşu-teşkilatı”na devrilmesi, pardon evrilmesi, yalnızca daha cafcaflı bir söylem yakalamanın değil, örgütlenme algısındaki dönüşümün de yansımasıdır. Eğer kendimize özgü cemaat, klan, sosyete yaratmanın, “küçük olsun benim olsun”un peşinde değilsek, kendi içinde demokratik olamayan, bunun gereklerini yerine getiremeyen bir örgütlenme, hayatın ve sanatın demokratikleşmesi için, ne söyleyebilir ve nereye kadar inandırıcı olabilir?

Soruların sonu gelmez. Kendi çalışanlarının emeğine saygı göstermeyen bir sanat topluluğunun yöneticisi, örneğin üyesi olduğu mesleki platformda, emekten nasıl söz edebilir, hak arama yolunda hangi öngörülerde bulunabilir, mesleğin onurunu nasıl savunabilir, değil mi? Ya da, kendi sözleşmesini bile okumayan bir sanat emekçisi, kurumuna neler yapıldığına dair nasıl fikir sahibi olabilir, düşünce üretebilir? Örgütlenme de, insanın kendinden başlar, sorunu ve çözümü başkalarına ihale ederek, yalnızca izlemek, “du bakali” demek yeter mi?

Gerek TÜSAK’a karşı verilen mücadelenin geldiği nokta, gerekse örgütlenmelerden sızan kriz duyumları, bu konuda yazmayı kaçınılmaz hale getirdi. Konuyu, her şeyde bir “hayır” vardır diyerek ve umutsuzluğa yüz vermeyerek, işlemeyi sürdüreceğiz.