Seçim sonuçları: Sadece piyasanın değil piyasacılığın bayramı

24 Haziran seçimlerinin kazananı “piyasacılık” oldu. Türkiye’de “piyasacılığın” karşılığı belirsizliğin ortadan kalkmasına “sevinen”, sevincini dolarda düşüş, borsada yükselişle gösteren “piyasa”dan ibaret değil. “Piyasacılık” sermaye düzeni zarar görmeden devam edebilsin diye uğraşan uluslararası tekeller de dahil olmak üzere tüm düzen aktörlerinin ortak paydası. 

Erdoğan ve AKP’den yorgun düşmüş kitlelerin bir pop star muamelesi yaparak peşine takıldığı Muharrem İnce’den listelerine kimi solcu isimleri de yerleştirmiş HDP’ye tüm partilerin seçim vaatleri ve söyleminin en baskın öğesi “yatırımcılara güven vermek”, bir başka deyişle “piyasaları ürkütmemek”ti. 

AÇIK YA DA ÖRTÜK ‘AB ÇIPASI’ SAHİPLENİLDİ

TÜSİAD ziyaretlerinde, yabancı büyükelçilerle yapılan toplantılarda “güven vermek” üzere çeşitli taahhütlerde bulunuldu. Özel sektör, bankalar dahil tüm borçların ödeneceği, Türkiye’de mevcut düzenin korunacağı lisanı münasiple anlatıldı. Tabii dahası vardı. Hiç kimse Gümrük Birliği Anlaşması’ndan başlayarak Avrupa Birliği (AB) üyelik sürecinin getirdiği düzenlemeleri tanımayacağından söz etmedi. Aksine hukuk, demokrasi, ekonomi gibi tüm başlıklarda AB “çıpası”na geri dönüleceği sıkça vurgulandı. (AKP de yaptı aynısını. Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu başta olmak üzere AKP “diplomasisi” bu konuda tahmin edilenin ötesinde gayret gösterdi.) Hem “demokrasi” hem de “piyasacılığın” önemli teminatlarından biri olarak AB üyelik süreci gösterildi.

Türkiye’nin dağları aşan dış borcuyla, üretimdeki ithalat bağımlılığı yüzünden rekor düzeylere çıkmış cari açığıyla AB üyelik sürecinin ne alakası var ki zaten? Bunlar hep komünistlerin hüsnü kuruntusu…

Sol kavramlarla ekonomi politikası eleştirisi yapıp ortadaki tabloyu esas olarak Erdoğan ve yandaş sermayeye daraltanların çok büyük bir yanılgı içinde olduğunu düşünüyorum. Türkiye ekonomisine ilişkin temel tercihleri, sanayi üretiminin bugünkü yapısını, Avrupa Birliği üyelik süreci ve sermayenin bu doğrultudaki entegrasyonunu çözümlemeden anlamak da alternatif önermek de imkansız. Çok güçlü bir talep olarak Gümrük Birliği anlaşmasının çöpe atılmasını dile getirmeden başına “halkçı” ibaresi eklenebilecek herhangi bir program önermenin hiçbir gerçekçiliği bulunmuyor. İçine istediğiniz kadar neoliberalizm eleştirisi, emekten yana politikaların gerekliliği gibi kalıplar yerleştirin. Emperyalist rekabetin görece hareket alanı sunduğu 1990’lar ve 2000’lerde bile Türkiye’de bir bölümü geri dönüşsüz tahribat yaratmış bir bağımlılık anlaşmasının bugünün çığrından çıkmış uluslararası sermayeler arası rekabet koşullarında yaratacağı ek yıkım olasılığını da dikkate almak gerekiyor. ABD-İngiltere hattından seçim öncesinde belirginleşen AKP ya da Tayyip Erdoğan “vizesi”nde, Türkiye’nin iç siyasi dengelerinin elverişsizliği kadar emperyalizmin iç dengelerindeki bozulmanın da payı var. ABD’nin AB’den yaptığı otomotiv ürünleri ithalatına ek vergi uygulama olasılığının Türkiye’ye dönük dolaylı etkileri bile ne kastedildiğini anlatmak için yeterli.

‘ÇAĞDAŞLIK’ MİTLERİ: ‘ÖZERK MERKEZ BANKASI’, ‘GERÇEKÇİ PARA POLİTİKASI’

Meydanlarda en çok ekonomi konuşuldu. Kurdaki ani yükseliş, artan kırılganlıklarla birlikte seçim programlarına, vaatlerine ekonomi damga vurdu. En sert, en radikal görünen tartışmalar, ayrışmalar ekonomi başlıkları üzerinden döndü. Ama Erdoğan karşıtlığının bir milim dışına taşılmadı. Üstelik doların neredeyse 5 lirayı gördüğü günlerde büyük bir ekonomik çöküş tehdidinin gölgesi altında konuşurken bile düzen siyasetçileri “soğukkanlılığı” elden bırakmadı, seçim vaadi olarak “tolere” edilebilecek, sonradan unutturulabilecek ölçüde bile “taşkınlık” yapmadılar. 

Aksine “ortodoks” ekonomi teorisi ve politikaları, adeta “laiklik” benzeri bir “çağdaşlık” standardı olarak Erdoğan karşıtlarının argümanlarında baş köşeye yerleşti. Güney Kore model alındı, “orta gelir tuzağı”ndan çıkıldı, “üretkenlik artışları” uçuştu, uzay madenciliği yapıldı. Hepsinden daha önemlisi “sıkı para politikası”nın garantisi olarak merkez bankası özerkliği, “imam hatiplerin kapatılması” talebi dile getiriliyormuşçasına ateşli bir söylemle savunuldu. CHP’nin eski bürokrat, teknokrat, akademisyen mahfillerinden İyi Parti’nin ekonomi bürokrasisinden devşirdiği isimlere, İnceci olmakta beis görmeyen bir kısım solcu iktisatçıya İzmir İktisat Kongresi toplayıp sermaye temsilcileriyle ortak, “ileri bilim ve teknoloji”ye dayalı bir ekonomi politikası oluşturulabileceği düşüncesi dillendirildi. 2008 krizi sonrası burjuva iktisadının krizine çıkış ararken ortaya çıkan “ideolojik bulaşıklık” Türkiye ilericisinin üzerine seçim vesilesiyle biraz daha derli toplu boca edildi. 

“Sıkı para politikası”, “mali disiplin”, “üretkenlik artışı”, “yüksek katma değerli üretim”, “üretim ve ihracatın teknoloji düzeyinin yükseltilmesi”… AKP karşıtı ve “alternatif” iktisat politikası öneren isimlerin de bolca kullandığı bu kavramlarla oluşan çerçeve uzun süredir Dünya Bankası, IMF ikilisinin hem emperyalist merkezlere hem de dünyanın kalanına sunduğu çerçeve. AKP iktidarı boyunca üretilen temel politika dokümanlarında da bu çerçeveyi, üstelik meydanlarda dile getirilenin çok daha detaylandırılmış halini bulabilirsiniz. “Ranta değil üretime dayalı büyüme” dendiğinde “ileri” bir şey söylemiş olunmuyor ne yazık ki. Aksine AKP iktidarının ülke nüfusunu Marmara Bölgesi’ne ittiren, karayolu ulaşımını ve otomotiv satışlarını “uyaran”, konuttan beyaz eşyaya dayanıklı tüketime yaslanan yapıda AKP’ye yakın birkaç müteahhitin cebine para konmasını görüp, uluslararası işbölümünü, Koç’un, Sabancı’nın, İş Bankası’nın yerleştiği yeri görmekten kaçınmanın kimin işine yaradığı belli. 

Bugün siyasi iktidarın önünde kapsamlı bir “sermayeyi kurtarma planı” duruyor. Hangi hızda uygulayacakları, yerel seçimlere kadar palyatif yöntemlerle idare edip edemeyecekleri, programın bir yerinde IMF ya da AB’nin durup durmayacağı gibi “teknik” konular bir yana, Türkiye işçi sınıfına tarihinin en kapsamlı saldırılarından birinin başladığını tespit edebiliriz. Yani henüz ilan edilmiş bir program olmadan saldırı başladı. Yüzde 20’nin üzerinde devalüasyon ve enflasyonla gelen yoksullaşmayı stresin biriktiği hizmet sektörlerinde işten çıkarmaların izleyeceği görülüyor. Ama bugün Türkiye işçi sınıfına, karşı karşıya bulunduğu saldırının detaylarını anlatmaya değil, kime karşı mücadele etmek, örgütlenmek gerekir buna ilişkin yön göstermeye ihtiyaç var. “Alternatif” program tartışmalarında da sermayeyi bir bütün olarak karşısına almayan, köprüler hakkında atıp tutarken Türkiye’nin otomotiv “değer zinciri”ndeki yerini sorgulamayan, “rant ekonomisine son” derken metalden finansa büyük sermaye gruplarının kurduğu ağır sömürü zincirine karşı “akıllı” örgütlenmeler önermeyen programlar emekçileri ileri taşımaz, aksine tek adamlarla uğraşırken sermaye şakşakçılığına yarar…