‘Ölümle satranç’ biter mi? Yeni bir büyüme modeli mümkün mü?

Ingmar Bergman, Yedinci Mühür’de hikayesini ölümle satranç oynayarak hayatta kalma süresini uzatmaya çalışan bir şövalye üzerine kurar. Ölümün kaçınılmaz olduğunu bilerek zaman kazanma kısmından ibaret bir benzetmeyi Türkiye ekonomisi için yapmak mümkün. 15 yıldır şişen bir balonla karşı karşıyayız, ani bir çöküşün yaratacağı yıkımın tüm olası sonuçlarını tahmin etmek bile güç. Özellikle son 4-5 yılın, çöküşü ertelemeye yönelik önlemlerle ve balonu daha da şişirerek geçirildiği de düşünüldüğünde bulunulan noktada ekonominin ne kadar kötü olduğu ya da daha ne kadar kötüleşebileceğini tartışmak çok anlamlı görünmüyor. Balonu daha da şişirecek, kırılganlıkları daha da artıracak yeni yeni icatlarla “krizi yönetmek”, en azından bir süre daha mümkün.

Uluslararası sermayeye bağımlılık düzeyinin artık Türkiye’nin kapladığı yerden fazla sarsıntı yaratacak seviyeye gelmiş olması “kriz yönetimi”ni kolaylaştıran ana neden. Burada elbette uluslararası siyasi dengeler, dengesizlikler de göz önünde bulundurulmalı. “Teknik yaratıcılıklar” ya da icatlar bu zeminin üzerinde yükseliyor. 2017’nin bu anlamdaki icadı Kredi Garanti Fonu düzenlemesiydi, 2018’inki dövizle borçlanmaya sınırlama oldu. Bu buluşlara TL’nin değer kaybından ihracat ve turizm gelirlerine destek gelmesi, sıcak para kaçarken Almanya talebinin imdada yetişmesi gibi gelişmeler de eklendiğinde toptan çıkış olasılığı olmasa da, her adımda daha fazla batarken tali sayılabilecek kimi telafi edici gelişmelerle günü kurtarmaya devam etmek olası. Tabii ne kadar sorusuna yanıt vermek güç. 

Erken seçim kararında ekonomide biriken risklerin de etken olduğunu, en azından 2018’in ilk 6 ayına ilişkin ekonomik göstergelerin sanayi üretim, ihracat gibi bir bölümünün hâlâ iyi görünmesinden destek alma hesabının yapıldığı söylenebilir. Ama Türkiye ekonomisi özelinde güçlü bir çöküş olasılığını tamamen dışlamadan bir yandan bir yıkım sürecinin çalışmakta olduğunu da saptamak gerekiyor. 2001 krizinden ölçek olarak da nitelik olarak da çok daha büyük bir borç yeniden yapılandırma faaliyeti başlamış durumda. 

Kredi Garanti Fonu kapsamını genişleterek yapılan düzenlemenin bir toplu çöküşü önlemenin yanısıra bir tür “sermaye reorganizasyonu”na kapı açması beklenir. 2001’de TMSF eliyle yürütülen bazı işlemler, bankaların yönlendirmesiyle kapalı kapılar ardında gündeme gelebilir, geliyor olabilir. Bazı şirketler el değiştirebilir, doğrudan el değiştirmeler olmasa da karar mekanizmaları değişebilir. KGF düzenlemesine ek olarak büyük sermaye gruplarının borç yeniden yapılandırmaları, elektrik üretim, dağıtım şirketleri için gündeme gelen şirket birleşmeleri, belki kamuya devir olasılıkları da sözü edilen reorganizasyon kapsamında düşünülebilir. Bu kadar büyük yeniden yapılandırmalarda konunun yeni teminatlar alınmasından ibaret olmayacağı, hem bankalar hem de kamunun karar, yönetim mekanizmalarına dahlinin artacağı, hatta belli oranlarda arttığı söylenebilir. 

İşin bir boyutu yıkımın zamana yayılarak yönetilmesiyken diğer boyutta ise sermayenin çıkış arayışları yer alıyor. Türkiye kapitalizminin uluslararası sermayenin iç rekabetinin açığa çıkardığı, yakın gelecekte bir modele evrilmesi çok da mümkün görünmeyen “korumacı”, “müdahaleci” yönelimlerden etkilendiği açık. Türkiye burjuvazisinin uluslararası sermayeyle entegrasyon düzeyine ilişkin hassasiyetleri, ürkekliği, siyasi iktidarın piyasacılığı sınırları belirlemekle birlikte siyasi iktidarın yönelimlerini aşan, sermayenin tercihi olarak da değerlendirilmesi gereken daha kuvvetli bir “kamu müdahaleciliği” dönemine geçiş söz konusu olabilir. Önceki hafta açıklanan “süper teşvikler”in kapsamı, “yerlileşme” çalışmaları, büyük sermaye grupları ve finans sektörünün pozisyonu, kaçınılmaz çöküş ve çıkışsızlıkla birlikte bu doğrultuda örtük bir konsensusa işaret ediyor. 

Sermaye kompozisyonunda kimi değişikliklere de yol açması muhtemel, devlet olanaklarının sermayeye daha tepeden tasarruflarla sunulacağı yeni bir modele geçiş mümkün mü peki? 

Süper teşvikler kapsamında açıklanan projelerin bir bölümü kamu işletmelerinin özelleştirilmesinin sonucu olarak Türkiye’nin büyük bir ithalat bağımlılığına mahkum edildiği temel endüstrilerde kapasite yaratmaya yönelik yatırımlar. Petrokimya, demir-çelik (cevherden entegre üretim) gibi. Bir bölümü de üretimin teknoloji düzeyini artırmaya yönelik yatırımlar. Yakıt pili, biyoteknoloji, ileri malzeme gibi. Yatırımların tümü için net olarak şu saptama yapılabilir: Kamunun bu yatırımlarda hem kaynak sağlayıcı olarak hem de Türkiye pazarında tutunmak için bile uluslararası sermayenin karşısında bir pazarlık gücü olarak devrede olması bir zorunluluk. Yatırımı yapmaya soyunan sermaye gruplarının gücünü aşan kimi uluslararası ortaklıkların söz konusu olduğu, bu ilişkilerde de kamunun önemli bir aktör olarak devrede olması gerekli. 

Süper teşvik kapsamında açıklanmayan ama hemen sonrasında gündeme gelen Katarlılarla ortak Katar doğalgazını kullanan petrokimya tesisinden Türkiye’nin en büyük ithalat açıklarından olan yassı sac üretimine, Vestel’in Çinli GSR ile yaktı pili üretmesine, son 30-40 yılda yapılmamış ölçek ve nitelikte yatırımlar söz konusu. Tabii tüm bu yatırımların kağıt üstünde kalması da mümkün. 

Ortadaki arayış ve girişimlerin bir tür “kalkınma” hamlesi olarak nitelenmesi mümkün değil, ama Saray ya da AKP “fantezisi”nin ötesine geçtiği söylenebilir. Bugünün dünyasının yarattığı sıkışmalara yaslanan hibrit ve kesinlikle “sermaye dostu” yeni bir modelin seçim sonrası daha fazla zorlanacağı düşünülebilir. Sermaye için aranan çıkışın ülke için daha derin, ek güçlükler barındıran sonuçları olacağı da eklenebilir.