Borcun anatomisi

Türkiye kapitalizmine ilişkin değerlendirmelerde solun analizlerine de yansıyan, hatta bazen patenti sola ait kimi klişeler, gerçek resmi gölgeler hale gelebiliyor. Sanıyorum bu bağlamda en fazla karışıklık yaşanan başlıklardan biri borçlanma konusu. “Borç ekonomisi”, “borca dayalı büyüme” sıkça kullanılan ifadeler. Büyük bir borç yükü altında her an çöküş tehlikesiyle karşı karşıya bulunan bir ekonomiyle seçimlere giderken eleştiri ve vaadlerde de borç yine öne çıkan konular arasında. “Borçların silinmesi” gibi vaadler dile getirilmeye başladı. 

2002-2017 AKP iktidarı döneminde borçlanma olanaklarında uluslararası sermayenin yönelimleri ve tercihleriyle de uyumlu bir şekilde önemli bir artış yaşandı.  Sadece Türkiye için değil, dünya ölçeğinde borçların GSYH içindeki payı arttı. Dünya ortalamasına bakıldığında borçların GSYH’ye oranı 1950-80 döneminde yüzde 120 seviyesinde seyrederken 1980’lerden itibaren arttı ve 2000’li yıllarda hızlanan bir artışla yüzde 240 seviyesine geldi. Daha anlaşılır olması için güncel durumda 76 trilyon dolar civarındaki küresel hasılaya karşılık, 233 trilyon dolar borç söz konusu. 

Sadece borç artmadı, borcun kompozisyonu da değişti. 1980’li yıllara kadar borçlanmada kamunun payı yüksekken, son 20-30 yılın önemli değişimi “hanehalkı” ve şirketlerin borçlanmasındaki artış oldu. Güncel durumda, finansal kuruluşlar hariç bakıldığında toplam borcun yüzde 30’u devletlere, yüzde 45’i şirketlere, yüzde 25’i de hanehalklarına ait.

Basit bir nicel genişlemeden söz etmiyoruz. Sermaye süreçlerinin karmaşıklaştığı, üretim ve ticaretteki gelişmelere finansın da eşlik ettiği söylenebilir. Son 30 yıla bu gözle bakıldığında finans sermayesi bazen kredi mekanizmaları ve finansal araçlarla ön açma rolü üstlendi, bazen de geriden gelip uyarlandı. Son 30 yılın otomotiv üretim ve tüketim organizasyonu örnek verilebilir. Tek bir üretim hattında ve az sayıda merkezde üretim yerine dünyanın pek çok yerine dağılmış parça üretimi ve eskisinden daha fazla sayıda merkezde parçaların montajına dayalı bir yapının gerektirdiği sermaye organizasyonu, kredi mekanizmasının ve finansal araçların daha fazla kullanımını gerektiriyor. Tüketim boyutunda da bireysel borçlanma önemli bir “uyaran” olarak kullanıldı. 1980’lerin başında dünyadaki toplam otomotiv üretiminin 30 milyon adet civarındayken 2017 yılında 96 milyon adede ulaşmış olması nasıl bir gelişimin “finanse” edildiğini örnekliyor. 

Borçlanmanın bir boyutu sermayenin yeniden genişleme süreçleri bir boyutu da dünya ölçeğinde “devletin küçülmesi”ne dayanıyor. Özellikle hanehalkı borçluluğunu küçülen devlet, düşen ücretler, tırpanlanan sosyal haklar eksenine yerleştirerek düşünmek gerekiyor.

Türkiye için de benzer durumdaki başka ülkeler için de “borçlanarak” ya da olmayan geliri harcayarak büyümekten değil, toplumsal kaynakların, değerlerin, daha organize biçimde uluslararası sermayenin ve ona daha fazla entegre hale gelen yerli sermayenin kullanımına sunulmasından söz etmek gerektiği açık. Türkiye örneğinden gidersek 2000’li yıllarda borçlanma olanakları artıp borç stoku genişlerken 80 milyar dolara yakın özelleştirme yapıldı, en az bu tutar kadar yeni alan, enerji, eğitim, sağlık, ulaştırma başta olmak üzere, sermayeye açıldı. En az bunlar kadar önemli bir diğer başlık, ortalama vasfı düzenli olarak artan emekgücü ordusu daha düşük ücretler ve daha güvencesiz bir şekilde çalıştırıldı. 

“Borç ekonomisi” ya da “borçla büyüme” saptaması bir anomaliye işaret ettiği, bir bütün olarak kapitalizmin işleyiş mekanizmasına aykırı, bir dışsallık haline getirildiği oranda yanılgı üretmeye de neden oluyor. Türkiye özelinde de dünya için de “düzeltilebilir” bir kapitalizm yanılgısı. Ne yazık ki böyle bir dünya yok. 

Türkiye’de AKP iktidarı döneminde, 2002 yılında 1,2 milyar dolarken 2017 sonunda 129 milyar dolara ulaşan bireysel kredileri de bu eksende değerlendirmek gerekiyor. Kredi kartları, ihtiyaç kredileri, konut kredilerinden oluşan ve GSYH’nin yüzde 15’ine ulaşan bu tutarın arkasında milyonlarca işçinin ödenmeyen emeği bulunuyor. Yanına iki rakam daha eklediğimizde “büyük soygun” daha anlaşılır hale gelebilir. Aynı dönemde asgari ücret dolar bazında iki kat arttı, kişi başı milli gelir ise üç kat. İlki gerçek durumu, yani emekçilerin cebine gireni daha iyi gösteriyor. Emekçilerin milli gelirden aldıkları payın düştüğünü gösteren başka veriler de var. Ama 30 milyon kişiye ait 129 milyar dolarlık borç, emekçilerin ödenmeyen emeğinin, son 15-16 yılda artı-değer sızdırma mekanizmalarındaki “gelişme”nin de göstergesi.

Bir düzen partisinin ortaya “borçların silinmesi” vaadiyle çıkabilmesinde “borç ekonomisi”ne ilişkin yanlış kavrayışın payı yüksek. Takibe düşmüş alacaklar, bireysel kredilerin yüzde 2-3’ünü oluşturuyor ve İyi Parti’nin dile getirdiği rakam, 4-5 milyon kişi, yüksek görünmekle birlikte zaten hukuken de geçersiz sayılabilecek bu porsiyonu kapsıyor. İşin esas kısmına değmiyor. Emekçileri borç batağından kurtarmaktan ziyade banka bilançosu temizlemeye yarayacağı söylenebilir. 

Tüm borçların iptali, bu soygun mekanizmasının tamamen ortadan kaldırılmasını söylemelerini beklemiyoruz düzen partilerinden. Çünkü bu düzen değişmeli demeden daha fazlası mümkün değil…