Sevgisiz toplum, yönsüz aydın

Solun dünyada önemli bir siyasi gücü temsil edemediği günümüz koşullarında “sıkı” kapitalizm eleştirilerinden de heyecanlanamaz olduk. Rusya’nın son yıllarda yıldızı parlayan ve başarıları yurtdışında aldığı ödüllerle taçlanan genç yönetmeni Andrey Zvyagintsev’in yeni filmi “Sevgisiz” de bunun son örneği oldu.

Boşanmış bir çiftin birbirlerine karşı sevgisizliklerinin ve bunun yarattığı felaketin etrafında dönen film çiftimizi saran toplumsal çevre ile birlikte bir bütün olarak “sevgisiz” bir toplumu resmediyor aslında. Bunun içinde çiftimizin paralel ilişkileri, iş yaşamları ve yönetmenin çeşitli vesilelerle kamerasını çevirdiği kamusal alandan insan manzaraları var.

Öykünün Moskova’da geçtiğini açıkça belirten sahneleri ve Rus kültürüne ait çok tipik bazı ögeleri çıkarsak yönetmenin hangi kapitalist ülkenin yabancılaşmış kentli orta sınıf hayatını resmetmeye çalıştığını ayırt etmekte zorlanırız belki. Ve böyle bir topluma “sevgisiz” sıfatına gelene kadar yakıştırılabilecek onlarca sıfat var. Kapitalizmin insana ait hemen her şeyi çürüttüğü ve yok ettiği bir toplumda sevgi eksikliğine işaret etmek biraz naif gelebilir. Oysa yönetmenin işin burasından tutmuş olması bana filmin en güçlü yanı gibi göründü. Sevgisizliğin altını çizmek adına kişiliklerine dair çok az şey söylenebilecek robotik karakterler yaratılmış olması onları izlerken gerçeklik duygumu kaybetmeme neden olmadı örneğin. Filmi izlerken bu tipleri yadırgamadım. Bu “sevgisiz” karakterler yönetmenin sanatçı kişiliğini de biçimlendiren son 30 yıllık büyük dönüşümün ürünleri ve bu yanıyla filmin herhangi bir yerde değil de Rusya’da geçtiğini bize anlatıyor.

Rusya’da bezvremeniye (zamansız ya da zamandışı) olarak nitelendirilen Sovyet sonrası yıllar toplumun parçalandığı, herkesin kendi başının çaresine bakmak zorunda olduğu ve toplumsal yaşamın insanların ayakta kalmak için birbirini ezdiği ilişkiler yumağına indirgendiği bir dönemdi. 5 milyon insan birkaç yıl içinde evsiz kalmıştı ve ülkenin bütün zenginliği yine aynı kısa süre içinde bir grup adamın eline geçmişti. En başta güven ve gelecek öngörüsü olmak üzere sahip olduğu her şeyi bir anda yitiren milyonlarca insan ve savrulan yaşamlarla birlikte tahrip olan toplumsal değerlerin yerine herhangi bir şey geçirilememişti. Vahşi bir sınıf atlama ve rahata kavuşma güdüsü çözülüşe gençlik yıllarında yakalanan geniş bir kesimin tek değeri haline gelmişti.

Böyle vahşi bir kapitalizme geçiş süreci hiçbir yerde yaşanmadı. Ve bu süreç elbette kendi insan tipini yarattı. Maddi zenginlik arayışının insan yaşamına içerik kazandıran her şeyin önüne geçtiği, cehaletin ve yüzeyselliğin norm haline geldiği bir dönemin “sevgisiz” insanları...

Zvyagintsev, ideal biçimde resmettiği “sevgisiz” karakterlerinin kişisel ikbal stratejileri dışında onları yaşadıkları çağa ve topluma bağlayan, uğruna mücadele etmek isteyecekleri herhangi bir perspektiften, yön duygusundan yoksun olduklarını ima ediyor. Filmin son sahnesinde televizyonda Donbas savaşının yarattığı insani yıkıma ilişkin haberler akarken ana kadın karakterin üzerinde kocaman Rusya yazan tişörtü ile koşu bandı üstünde kameraya boş bakışları bu yönsüzlüğü anlatıyor.*

Yönetmenimiz gerçekten yetenekli bir adam ve Rus toplumuna bakınca görülebilecek en belirgin fotoğraflardan birini bu kadar incelikli yakalamış olmasında şaşıracak bir şey yok. Bir önceki filmi Leviathan’da da kilise, yargı, yerel yönetim üçgeninde siyasi iktidar katındaki çürümeye bakmış ve oradan bize sunduğu çarpıcı öykü iktidar çevrelerini fena halde rahatsız etmişti.

Yine de yetenekli yönetmenimizin kamerayı her seferinde farklı bir boyutuna odaklayarak cesurca ortaya koyduğu çağdaş Rus toplumunun eleştirisinde eksik kalan ve insanı rahatsız eden bir yan var. Rusya’da benden daha fazla zaman geçirmiş bir arkadaşım filmdeki karakterleri hiç gerçekçi bulmadığını söyleyince aynı film üzerine nasıl bu kadar zıt fikirlere varabildiğimizi biraz düşündüm. Arkadaşım rahatsız olmuştu ve hakkı da vardı. Yönetmen Rus toplumuna dair çarpıcı bir fotoğraf sunsa da Rusya bundan ibaret değil çünkü. Hem tarih bilgimiz, hem siyasi kavrayışımız hem de oradayken karşılaştığımız çok sayıda durum ve insan Rusya’nın yaşadığı vahşi karşı devrime rağmen ne Leviathan’da, ne de Sevgisiz’de anlatıldığı gibi Haneke’nin Kurdun Günü'nde resmettiğine benzer ıssız bir yerden ibaret olmadığını söylüyor.

Filmde koskoca Sovyet mirası sinirleri harap olmuş bir babuşkada** temsil olunca, toplumda hâlâ var olan dayanışma olgusu, türünün son örneği olduğu izlenimini uyandıran bir avuç sivil toplum gönüllüsünün çabalarına indirgenince, karşı devrimin darbe vurduğu ancak çürütemediği, şimdilik sessizliğini büyük ölçüde koruyan milyonlarca Rus emekçisi görünmez olunca, yönetmen gerçekliğin bir boyutunu güçlü biçimde anlatırken daha büyük, karmaşık ve yön duygusunun nereden filizleneceğinin ipuçlarını sunan fotoğrafı görmemizi engelliyor.

Zvyagintsev’in kendi toplumuna dönük sert eleştirisi hem çıkışsızlık hem de ülkesinin potansiyeline dönük bir körlük barındırıyor.

Yetenekleri düşünüldüğünde Zvyagintsev’in “elinin kiri” sayılabilecek, ona kolayca Cannes ödülü kazandıran bu başarılı filmden çıkan asıl ilginç tartışma bugünkü Rus toplumundan ziyade Rus aydınının yönsüzlüğü sorunu oluyor.

* Ölü Canlar romanında Rusya’da feodalizmden kapitalizme geçişin destanını yazmış Nikolay Gogol romanının son sahnesinde ana karakter atlı arabayla memleketini terk ederken “Ah Rusya, nereye” diyor ve sonra sorunun cevabı olmadığını ekliyor. Zvyagintsev’in ana kadın karakteri koşu bandı üzerinde Gogol’e boş bakışları ile göz kırpıyor.

** Büyükanne demek. Ama Rusya’da ileri yaşlardaki kadınlara da böyle deniyor. Bu isimlendirmede yerine göre Sovyet tipi, sert ve huysuz kadın iması var.