Elveda Gabo

Gabo, 1982 yılında Nobel Ödülü’ne layık görüldü. İlkelerinden hiç ödün vermemiş, kendi ülkesindeki faşist iktidarın nefretini kazanmış ve hışmına uğramış, ABD istihbaratının yakından takip ettiği, ölüm tehditleri alan halkçı bir aydının Nobel ödülünü almış olması anlamlıydı. Bu üzerine hiçbir sınıfsal nefretin gölgesinin düşürülemeyeceği dev bir isim olduğunun göstergesiydi.

Gabo ödül törenini anavatanı Latin Amerika’nın çığlığını duyurmak için bir platform olarak kullanmakta tereddüt etmedi. Kendisiyle ilgili tek bir satıra bile yer vermediği konuşmasının başlığı ‘Latin Amerika’nın Yalnızlığı’ idi. Neden bahsedecekti ki kendinden. Kendi ortadaydı, eseri ortadaydı. Daha ne söyleyecekti.

Kendilerini hala medeniyetin yegane temsilcisi, savunucusu yerine koyan Avrupalılara karşı o güne kadar işittikleri en zerafetli had bildirme konuşmasını yaptı. Kibarca düşün yakamızdan dedi.

Yaşadığımız sorunlar ne bizim kültürel azgelişmişliğimizin, ne komplolarla iş başına gelen kötü adamların eseri, tohumlarını ektiğiniz ve büyütmeye devam ettiğiniz siyasi ve toplumsal yaraların sonucudur diyordu, mealen.

Edebiyatta yarattığımız özgün eseri takdir ediyorsanız, bu birikimin ve derinliğin yaratıldığı coğrafyanın siyasi olarak da kendi özgün yolunu çizebilme kapasitesinin olduğunu kabul edin, diyordu.

Marquez ve başka değerli Latin Amerikalı yazarlar kıtanın tarihinden, efsanelerinden ve acılarından devşirdikleri edebiyatlarını evrensel bir değere dönüştürmeyi başardılar.

Marquez’in romanları, en başta “Yüzyıllık Yalnızlık” olmak üzere, yayıncılık alanında hiçbir reklam pazarlama stratejisinin yürürlükte olmadığı, olsa bile yazarın asla bunlara tenezzül etmeyeceği bir dönemde dünyada satış rekorları kırdı.

Üstelik sadece insanı anlatarak. Bu insan kendini hayallerin katı gerçeklerle ustalıkla buluşturulduğu bir zeminde ifade ediyordu. Yine de tamamen yerel renklerle bezenmiş bu zeminde dünya insanları kendilerine bir yer bulabildiler. Demek ki Latin Amerikalıların insanlığa söyleyecek sözü vardı.

Gabo böyle kırıyordu, Latin Amerika’nın yüz yıllık yalnızlığını...

Ama daha fazlası gerekiyordu. Bunu da çok iyi bilmekteydi. Onun için gözüpek bir gazeteci olmayı seçti, muhtemelen. Onun için kıtadaki bütün ilerici hareketleri fiziken desteklemekten, onlara göğsünü siper etmekten çekinmedi.

“Diktatör Fidel”le yakın dostluğu sorulduğunda demokrasinin tek biçimi seçimle olan değildir diye kestirip attı.

Bu ne ki! Fidel’in Onunla ilgili yazdığı bir yazıda okuyorum. Kolombiya’da bir zirveye katılan Fidel’in korumaları önceden kararlaştırılan atlı araba turuna katılmasına karşı çıkıyorlar. Fidel diretiyor. Fidel Gabo’ya benim arabaya atlasana, o zaman ateş etmeye cesaret edemezler diyor. Gabo düşünmeden atlıyor. Eşine de ayrılırken ‘dünyanın en genç dulu olacaksın’ diye takılıyor Fidel. Sonradan gerçekten bir TV kamerasına gizlenmiş otomatik bir silahın Fidel’e doğrultulduğu, ancak Gabo’nun varlığının görev başındaki askerin tetiği çekmesini engellediği ortaya çıkarılıyor.

Bir başka anekdot Şili’den. Gabo evinde televizyon başında Şili’deki askeri müdahaleyi ve ordunun başkanlık sarayını kuşattığını öğreniyor. Bundan saatler sonra da Allende’nin ölüm haberi geliyor. Gabo derhal Pinochet ve diğer cunta üyelerine telgraf çekiyor:

“Başkan Salvador Allende’nin ölümünün doğrudan sorumlularısınız. Şili halkı kendisini Kuzey Amerika emperyalizminin beslediği bir suçlu çetesinin yönetmesine asla izin vermeyecektir.”

İşte Gabo böyle biriydi.

Bugünlerde eminim bütün dünyada yayıncılara çok kazandıracak. Kazandırsın. Romanları daha çok okunmalı, okutulmalı. Ama aydın kelimesinin sözlük karşılığını bulmak isteyenler için yazarın yaşam öyküsü de bir o kadar değerli…