Amerikan istisnacılığı

Joseph Grew ABD’nin ilk Türkiye büyükelçisiydi. 1927 yılında bu göreve atanmasının nedeni büyük ihtimalle bundan 4 yıl önce Lozan Konferansı’na gözlemci olarak katılması ve “yeni Türkiye”ye ilişkin bu çok öğretici deneyimde önemli ipuçları yakalamış olmasıydı. Lozan Konferansı anılarında kendini arada “Türklerin yerine koyduğundan” söz etse de Türkiye’ye büyük bir kibirle bakıyordu. Konferanstaki performansını herkesin şaşkınlık ve gizli bir hayranlıkla izlediği Sovyet dışişleri halk komiseri Çiçerin aklında hain gözlü, alımsız, gaga burunlu, tiz sesli, yırtıcı bir kuş olarak kalmıştı. Grew, o denli Sovyet düşmanıydı. Konferans boyunca itilaf devletlerinin temsilcilerinin oluşturduğu emperyalist diplomatlar grubunun bir parçası idi. Yine de kerameti kendinden menkul “Amerikan istisnacılığı” Grew’in anlatımında kendini gösteriyordu. Aklen ve ruhen yanında yer aldığı emperyalist Avrupa’yı, “tüm sözlerin gerçekleri maskelemeye yaradığı diplomasi” yöntemleriyle eski dünyanın temsilcisi olarak görmekten kendini alamıyordu. Yeni dünyanın biricik temsilcisi olarak demokrasi, ulusların kendi kaderini tayin hakkı, açık ve yalın bir diplomasi, tüm bunlar ABD’den sorulurdu.

Zaten Amerikan istisnacılığı da başta Amerika Birleşik Devletleri’nin içine doğduğu özgün koşullar neticesinde özgün bir siyasal ve toplumsal yapıya sahip bir ülke olduğu varsayımı iken giderek Amerikan değerlerini dünyaya taşımak  gerektiğinden hareketle, Amerikan müdahaleciliğinin bahanesi haline geliyordu.

1920’li yıllar bir yerde hala emekleme evresiydi. İşe işgal ettiği toprakların yerli halkına Amerikan değerlerini taşıyarak başlamış, güney komşusunun bir bölümünü yutarak onları da aynı değerlerden mahrum bırakmamış, arka bahçeye açılan avlusu kabul ettiği Karayipler ve Orta Amerika’da da bu yönde talimlerine başlamıştı.  

ABD’yi diğer emperyalist ülkelerden ayıran “Amerikan istisnacılığı”nın hala bir gideri vardı.

2015 dünyasında bu ülkenin ulusal güvenlik strateji belgesinde hala Amerikan istisnacılığından söz ediliyor olması ise* “Amerikan pişkinliğinden” başka bir şeye tekabül etmiyor. Kendinden önceki emperyalist süper güçlerin tüm strateji ve taktiklerini içerip aşmış bu güç tarihe “bir istisna” olarak filan değil, sırasını savmış herhangi bir emperyalist ülke olarak geçecek.

Amerika’nın rejim değişikliği stratejilerinin çoktandır Amerikan değerlerini taşıyarak yeni bir kuruluş gerçekleştirmek gibi bir içeriği yok. Türkiye’nin yakın tarihinde örneğin küçük Amerika olma ideali ve hayatta bunun bir karşılığı vardı. Latin Amerika’daki darbe rejimleri yine Amerikan değerlerini Latinlere benimsetmek için gerekli görülüyordu. Bugünse ABD’nin kıtada “rejim değişikliğine” uğraştığı ülkelerin hiçbirine dönük böyle bir perspektifi, yeni bir kuruluş önerisi yok, olamıyor.

Tüm bunları bana düşündüren 2015 Ulusal Güvenlik Stratejisi metninde Latin Amerika’da acil müdahale edilmesi öngörülen ülke Venezuela...

Amerikan dışişleri bakanı John Kerry bundan iki yıl önce “Venezuela yaralı bir geyik gibi, dağda sığınacak yer arıyor” dediğinde çıkarlarını temsil ettiği gücün bu yaralı geyik için bir sığınak değil avına son nefesini verdirmek için uygun anı bekleyen bir yırtıcı olduğunu biliyorduk.

Amerikan istisnacılığı yaralı geyik için bir sığınak olma iddiasında olabilirdi. Bugünse söz konusu olan yaralayan, parçalayan, nihai noktayı ise bir türlü koyamayan bir sırtlan.

Son birkaç aydır Küba’yla kurdukları bağlantının Latin Amerika’da tıkanmış müdahale kanallarını açacağı beklentisi henüz realize olmadan harekete geçmeyi seçtiler.

Venezuela’da ABD’nin ordu dahil devlet içindeki uzantılarının, sermaye güçlerinin ve tekelci medyanın hükümeti nasıl sıkıştırdığı görülüyor. Oldukça kural tanımaz ve vahşice yöntemlerle.

Ortada yeni bir hamle olduğu kesin. Öte yandan herkesin aklına, hele de geçen hafta Maduro’nun açıkladığı darbe girişiminden sonra, Şili örneği geliyor. Allende yönetiminin kaderinin tekerrürü anlamında. Oysa bana Venezuela’da bir darbe ile “rejim değişikliği” senaryosu biraz uzak geliyor. Hem yöntemin Latinlerin bilincinde tekabül ettiği yer nedeniyle, hem de darbenin belirli bir siyasi iddiayı gerektirdiği halde ABD’nin sonrası için herhangi bir programa sahip olmamasından kaynaklı...

ABD’nin bir programdan yoksun baskıları, hükümeti panikletmek, zayıflatmak, itibarsızlaştırmak, kaosu derinleştirmek üzerine kurulu. Orduyla ilgili ortaya çıkanlar da, Bolivarcı hükümetin elinin artık askeri yönden de güçlü olmadığını, suyunun iyice ısındığını gösterme taktiğinin bir parçası olabilir en fazla... Tüm bunlar, yaklaşan parlamento seçimlerinde, ne dediği belli olmayan Amerikancı muhalefetin işini biraz daha kolaylaştırsa da bu ABD’nin planlarının belirli bir öngörü değil, belirsizlik üzerine kurulu olduğu gerçeğini değiştirmiyor.


* http://www.whitehouse.gov/sites/default/files/docs/2015_national_securit.... “Amerikan istisnacılığı yalnızca silahlarımızın ve ekonomimizin gücünden kaynaklanmıyor. Herşeyin üstünde, evrensel hakları ve hukukun üstünlüğünü içeren kurucu değerlerimizin ve Amerikan halkının metanet, beceri ve çeşitliliğinin bir ürünü.”