Bilimsicilikle tartışmak, liberalizmle tartışmak

Geçen yazımda Pinker’ı eleştirirken retorik bir soru sormuştum: Üretim araçlarının toplumca mülk edinilmesini yasaklayan bir doğa yasası vardı da biz mi duymadık? Soru retorikti çünkü Pinker da dahil hiçbir aklı başında kişi, bir teori ve siyasi ekol olarak Marksizm’in yeni keşfedilmiş bir doğa yasası marifetiyle çürütülebileceğini düşünmez. Daha genel olarak şöyle denebilir: Ampirik bilimlerde (özellikle sosyal bilimlerde) tezlerin desteklenmesi veya çürütülmesi, zengin bir kanıt kümesinin topluca gösterdiği yön tarafından belirlenir. Bağımsız elde edilmiş kanıtların aynı yönü göstermesine bilim felsefesinde sağlamlık (robustness) denir.

Bu yöntemsel bahsi açmamın nedeni, Pinker ve yoldaşları olarak adlandırdığım liberal akademisyenleri Marksizm içinden eleştirirken dikkat edilmesi gereken bir noktayı vurgulamaktı. Karşıtınız size her biri kendi başlarına tartışmalı, ama birlikleri sağlam görünen kanıtlarla geliyorsa, kanıtların hepsini titizlikle incelemek, sınamak, karşılaştırmak ve mümkünse yeniden yorumlamak (başka bir açıklayıcı çerçeveye yerleştirmek) gerekir. Bu türde tartışmalarda tek taşla yüz kuş birden vurmaya çalışmak hayalciliktir. Köşe yazısında tam teşekküllü bir analiz yapamayacağımıza göre, liberal akademisyenlerin ideolojik ve politik tezlerindeki zayıflıkları deşifre etmekle yetinebiliriz.

Yine Pinker’dan devam edeceğim çünkü kendisi, insan doğası ile ilgili bulgulardan keskin politik çıkarımlar yapan, polemikçi üslubuyla kavgaya davetiye çıkarmayı seven bir yazar. Aynı şeyi Edward O. Wilson için söyleyemeyiz.

Pinker’a göre gelecekte yaşanması muhtemel savaşlar için en önemli risk faktörleri, insan doğasının karanlık yönlerinde aranmalı: Narsist liderler, grupçuluk, ütopyacı ideolojiler, mükemmel adalet (intikam), savaşın kaçınılmaz bir taktik sayılması. Pinker, anlaşılmaz bir biçimde, sosyalist politikayı hem grupçu hem ütopyacı hem de savaşı kaçınılmaz bir taktik olarak gören akımlar sınıfına sokuyor.

Pinker için grupçuluk, insan doğasının asli unsurlarından biri ve sınıf mücadelesi fikri grupçuluğun bir tezahürü. Çünkü her ikisinde de dış grup (örn. diğer kabile, düşman sınıf) şeytanlaştırılıyor. Ama toplumsal sınıflar arasındaki mücadeleler ile kabileler arasındaki savaşlar veya çete savaşları arasında önemli bir fark var. Toplumsal sınıflar, en azından Marksizmde, kimlikleri veya aynı coğrafi bölgeyi paylaşmaları aracılığıyla tanımlanmıyorlar. Tarihsel çıkarları (sömürüden kurtulma) ve üretim araçları karşısındaki konumuyla tanımlanan bir kategoriden bahsediyoruz. Grupçuluğun tipik örneklerinde ise akrabalık bağları, aynı aşirete veya çeteye mensup olmak gibi faktörler önemli. Bu, sosyalist politika ile grupçuluğa dayanan politikalar arasında bir fark yaratıyor. Sadece şu örneği düşünün: Lenin, Avrupa’daki sosyal demokrat partilerin savaş karşısındaki tutumlarını eleştirirken, onları kendi ulusal burjuvazileriyle uzlaşmakla suçlamıştı. Prototipik bir grupçu ise muhtemelen ulusal çıkarların peşinde koşacaktı. Çünkü uluslararası sınıf aidiyeti, grupçu eğilimleri tetiklemek açısından ulus aidiyetine göre oldukça zayıf kalır.

Pinker ve diğer bilimsiciler, bilim, insan doğası, siyaset, ahlak arasında aşılmaz bir uçurum olmadığını söylerken haklılar. Ama bu düzlemler arasındaki köprüyü soğuk savaştan kalma ideolojik donanımlarıyla kurmaya kalktıklarında mecburen karikatürleştirmeye, benzemeyenleri birbirine benzetmeye başvurmak zorunda kalıyorlar. Kabile savaşlarını açıklarken kullanmaya elverişli olabilecek bir çerçeveyi emperyalist savaşlara uyguladıklarında ise savaşı tetikleyen asıl faktörleri karartmış oluyorlar.