“Türkiye’ye Şeriat Gelmez”

Türkiye’de siyasal alanın büyük kısmını işgal eden islamcı, liberal ve kemalist siyasal hareketler bir nokta üzerinde uzlaşmış görünüyorlar: Türkiye’de laiklik tehdit altında değil. Türkiye’ye şeriat gelmez.

Bu iddia elbette farklı özneler tarafından farklı nedenlerle dile getiriliyor. AKP’nin neden bu iddiayı dile getirdiğini uzun uzun tartışmaya gerek yok. AKP’nin varolabilme koşulu, en azından başlangıçta, bu iddianın tartışılır hale gelmesi ve kabul görmesiydi. Öte yandan, liberaller, AKP için oynadıkları buzkıran işlevini yerine getirmek adına bu iddiayı defaten tekrar ediyorlar. Geniş halk yığınlarının, özellikle de orta sınıfların bu yönde ikna edilmesi için, AKP’nin siyasi argümanlarının inceltilmesi ve bu temanın tekrarlanması gerekiyor.

Son olarak kervana kemalistler de katıldı. Kemalistlerin bu görece yeni söyleminin arkasında ise İkinci Cumhuriyet’te kendilerine yer açma çabaları neticesinde geliştirdikleri incelikli bir strateji söz konusu: Muhalefet yaptık, AKP güçlendi muhalefet yapmazsak ve “kırmızı çizgilerimizi” terkedip AKP ile uyumlu bir çizgiye meyledersek belki AKP güçlenmez.

Peki “Türkiye’ye şeriatın gelmeyeceği, laikliğin tehlikede olmadığı” iddiası ne kadar gerçeği yansıtıyor? Bu soruya bir yanıt bulmak için şeriat ve şeriat devletini tarif etmemiz lazım.

Şeriatı dini metinlerde ve tarihsel pratikte zaten kesin hatları olmayan bir modelin Türkiye’de tüm kurumları biçimsel olarak arkaikleştirmesi olarak değil, toplumsal alanda aklın (reason) tümüyle dini ve doğaüstü referanslarla ikame edilmesi, yoğun bir dinselleşme olarak tarif ediyorum.

Şeriat devletini ise, yine kurumları tümüyle dini kurallar uyarınca kurgulanmış, farklı bir işleyiş biçimine (modus operandi) sahip bir devlet aygıtından ziyade, temel meşruiyet kaynağını dinin oluşturduğu, bu amaçla dini “himayesine almış” olan, dinin toplumsal alanda önünü açan, bir devlet örgütlenmesi olarak tanımlamayı öneriyorum.

Türkiye’de kurumsal ve toplumsal yapının dinselleşmesi olgusu “burjuva aydınlanmacılığının” evrensel ikiyüzlülük sınırını çoktan darmadağın etmiş durumdadır.

Bu iddiayı belli kurumlar üzerinden test etmeden önce bu olguyu ortaya çıkaran nedenlere ilişkin bir açıklama yapmamız gerekiyor.

Önümüzdeki ay Gelenek’te daha detaylıca yazmaya çalışacağım bir nokta var: Birinci Cumhuriyet’in iki önemli tarihsel krizi (1970’ler ve 1990’lar) Türkiye kapitalizmi ve emperyalist merkezler tarafından en önemli bileşenlerinden biri dinselleşme olan bir karşıdevrim ile aşılmak istenmiş ve bu hedefte önemli ölçüde başarıya ulaşılmıştır.

İşçi sınıfının yalnızca buzdolabı ve araba taksidi ile değil umre çekilişleri ve borcu ile de terbiye edilmesi, kent yoksullarının güvencesizlik prangası ile cemaatlerin mafyatik şebekelerine zincirlenmesi, bunların tepesine de “polis gücü” olarak orta sınıfların “The Secret” ve Yaşar Nuri hormonlu “din kültürü ve ahlak bilgisi”nin dikilmesi basit bir tercih değil neredeyse zorunluluktu. Bu zorunluluk neticesindedir ki Komünizmle Mücadele Dernekleri’nde palazlanan Gülen gericiliği, sokak gücünden, güce giden sokağa dönüşmüştür.

Bu ne demektir? Bu, kısaca söyleyecek olursam, 1980 Darbesi - 1990’ların ikinci yarısındaki “28 Şubat” olarak kodlanan Restorasyon süreci - 2002 ve son olarak 12 Eylül 2010 arasında çelişkiden ziyade bir süreklilik var demektir. Bu sürekliliği temel almayan bir açıklamanın bizim tarafımızdan ciddiye alınması mümkün değildir.

İsteyen Türkiye’de dinin ve dinselleşmenin boyutlarını kurumlar ve temel politikalar üzerinden de test edebilir.

Laik devletin belki de en kritik kurumunun, ideolojik planda devamlılığını garanti altına aldığından ötürü, “eğitim” olması gerektiği söylenebilir. Peki, Türkiye’de eğitimin ve eğitim politikasının ilköğretimden yükseköğretime değin dinsel referanslar ve tartışmalar dışında bir belirleyeni var mıdır? Kalmış mıdır? Darwin’in soruşturma sebebi olduğu bir dönemde örnek bulmak zor olmasa gerek ancak bana kalırsa en çarpıcı gelişme şudur:

Abdullah Gül ile çocuk denecek yaşta evlenmesi için okulundan alınıp başı kapatılan şu anda da Çankaya Köşkü’nde ikamet eden “Först Leydi” Hayrünisa Gül, yakın zamanda ilköğretimde türbana ilişkin önemli bir değerlendirmede bulunmuştur: “Cehaletten oluyor. Eğer öyle aileler var ise, biz onlara konuşarak ulaşacağız. Onları eğiteceğiz. Hem niye o yaşta kız çocuğu başını örtsün? Farz olunca örter. O yaşta örtmez.”

Bu çıkış, kemalist cenahtan ve Doğan matbuatından da alkış toplamıştır. Ancak bu açıklamada gözden kaçan iki nokta vardır: Biri Hayrünisa Hanım’ın “yaygın eğitime” yüklediği misyon, ikincisi de “farz olunca örter” diyerek devleti dine bağımlı hale getiren yaklaşımı.

Biri ordu mu dedi? Gözyaşları ile görevine veda eden İlker Başbuğ’un dediği gibi “Allah Allah diyerek hücum eden peygamber ocağı”na ilişkin daha uzun bir değerlendirme yapmak muhakkak gerekir. Şimdilik şu kadarını söylemekle yetinelim: Süreklilik diye kodlağımız çizginin mimarı olmasa da müteahhidi ve taşeronu TSK’dır. Bu noktada illa ki güncel bir test isteyen, AKP ile TSK’nın şiir gibi görüntüsünün hiç bozulmadığı “Kürt sorunu” başlığına bakabilir. Kürt yoksullarının, piyasa ve TSK’den kaçarken cemaatlere sığınması devletin Kürt politikasının omurgasıdır.

Dış politika mı? Yeni Osmanlı, İslamlaşma/dinselleşme olmadan ayakta kalabilecek bir politika değildir. “İslami demokrasi” kimliği, Türkiye’nin yeni konumunun temelidir. Dolayısyla, din, Türk dış politikasının temel aracı haline gelmiştir. Üstelik, Türkiye şimdilerde post-islamizm denen bu kültürü çeşitli araçlarla ve değişik formlarda (örneğin popüler kültür) genişletilmiş Ortadoğu’da “pazarlamakla mükelleftir”.

Daha devam edebiliriz. Ancak gerek yok. Hem liste çok uzun hem de çok çeşitli: Üstelik AKP, bu konuda oldukça yaratıcı. Kar hırsı nedeniyle katledilen emekçiler için dinsel soslu “güzel ölüm” açıklamaları yapan Çalışma Bakanı mı yoksa Hüsnü Mübarek’i yola getirmek için “bu işin bir de öte dünyası var” diyen Başbakan mı istersiniz?

Şeriat/dinselleşme çok yoğun biçimde toplumsal yaşama nüfuz etmiş, kurumları içine alır biçimde ve elbette başka ideolojik temalarla eklemlenerek (tüketimcilik, milliyetçilik vb.) egemen ideoloji haline gelmiştir. Bu yazıya konu olan ve her cenahtan destek gören “şeriat gelmez” iddiasına ilişkin, son söz olarak, Türkiye’nin esas dönüm noktası olan 1993 yılında gericiliğin alevlerinde yitirdiğimiz ozanımız Behçet Aysan’ın dizelerini biraz değiştirerek şunu söyleyebiliriz:

Yok başka bir şeriat, yaşıyorsunuz işte!