Yeni rejimin Balyozu

Erdoğan’ın hastalandığı ve kilitli kaldığı makam aracından bir balyoz yardımıyla kurtarılmasını saymazsak siyasi tarihimizde iki “balyoz” var.

İlki, bir harekât ismi. Darbeciler 12 Mart 1971 darbesinin ardından sola karşı giriştikleri topyekûn imha operasyonunu Balyoz Harekâtı olarak adlandırmışlardı. Ve ikincisi, yüzlerce subayın darbecilik suçlamasıyla cezalandırıldığı ve tasfiye edildiği bir davanın, operasyonel bir davanın ismi.
Balyoz Harekâtıyla Balyoz Davası arasındaki ilişki basit bir isim benzerliği ilişkisinden ibaret değil, bunun çok daha ötesinde bir neden sonuç ilişkisi var iki balyoz arasında.

Türkiye solunun 1960’lar boyunca yaşadığı yükselişe, “görkemli 1960’lara” rejimin ve bekçisi TSK’nın verdiği düşmanca yanıtın milat noktalarından biri 12 Mart. Kontrgerillanın sola karşı uyguladığı yoğun şiddet, gençlik önderlerinin katledilmesi, legal siyasi partiler ve sendikaların kapatılması, Ziverbey Köşkü, 27 Mayıs Anayasasının getirdiği özgürlüklerin budanması ve belki de en önemlisi İslamizasyonun yoğunlaştırılması, devletin kapılarının İslamizasyona sonuna kadar açılması, Aydınlar Ocağı, Türk-İslam sentezi vesaire…

“Tarihin bumerang etkisi” de diyebiliriz: Önce 12 Mart ve sonrasında 12 Eylül, Türkiye ilericiliğinin bütün birikimini yok etmek, emekçi sınıfları ve onların politik temsilcilerini tasfiye ederek sonsuza kadar siyasi denklemin dışında bırakmak için yapıldı. Solsuzlaştırılmış, “solkırım”a uğratılmış, sol aklı ve vicdanı yok edilmiş bir toplumda gericiliğin dallanıp budaklanması ve bir süre sonra da yaratıcılarını yok etmeye yönelmesi kaçınılmazdı, böyle de oldu: Rejimi ve bekçisi TSK’yı sol düşmanlığı çökertti.

1971’in Balyoz Harekâtı’ndan 2012’nin Balyoz Duruşması’na böyle gelindi. Yalçın Küçük’ün deyimiyle “tasfiyeciler tasfiye edildi.”

Peki tüm bunları biliyor ve söylüyor olduğumuza göre, neden sol liberal bir internet sitesinde yer alan şu satırlara katılarak çıkan kararları selamlamayalım ki:

“Sonuçta yargılananlar sermayenin ve ABD'nin talebiyle solu ezmekte beis görmeyen iktidarın çekici TSK'nın üst düzeyi değil mi? Öyle veya böyle 'darbeciliğin' siviller tarafından yargılanabilmesi Türkiye cumhuriyeti tarihinde ilk kez olmuyor mu?”

İlk bakışta son derece haklı gibi görünen bu soruların unuttuğu bir nokta var oysa: Yargılayanların kim olduğu. Yargılananlar “ABD’nin talebiyle solu ezmekte beis görmeyen iktidarın çekici TSK’nın üst düzeyi” olabilir ama yargılayanlar kim ve bunu ne adına yapıyorlar? Asıl soru bu.

Çok açık bir şekilde ifade etmek gerekiyor: Bu soruyu sormayan, yani sadece yargılananların kimliğine odaklanan, yargılayanları ve bunu niye yaptıklarını sorgulamayan bir politik konumlanış, bilerek ya da bilmeyerek, yargılayanlara ve bu yargılamalardan murat edilen şeye hizmet etmekten öte bir anlam taşımıyor.

Yargılayanların kim olduğunu biliyoruz: AKP-C koalisyonu yargılamalardan murat edilen ise daha önce defalarca dile getirdiğim üzere eskisinin tasfiye edilip yerine yeni bir rejimin inşa edilmesi. Yeni rejim mahkeme salonlarında, Ergenekon’dan KCK’ya, Balyoz’dan Devrimci Karargâha uzanan geniş bir yelpazedeki davalarla ve bu davaların iddianameleriyle kuruluyor. Yeni rejim inşasına tehdit oluşturabileceği düşünülen bütün siyasi aktörler ise bu davalar aracılığıyla etkisizleştiriliyor ve tasfiye ediliyor.

Dolayısıyla bu yargılamalara verilen destek, her ne adına yapılırsa yapılsın, eninde sonunda tek bir şeye, yeni rejim inşasına ve onun meşruiyetinin sağlanmasına yarıyor. Yargılamaların karşısında durmak ise kimilerinin iddia ettiği gibi faşistlerle ya da darbecilerle kol kola girmek anlamına değil, otoriter karakteri günden güne açıklık kazanan ve Türkiye’yi hem içeride hem de dışarıda sonu gelmez bir savaşa doğru sürükleyen yeni rejimin karşısında durmak anlamına geliyor.

Balyoz davası, diğer davalarla birlikte, “zamanın ruhu”nu anlamak, yeni rejim inşasının nasıl yürütüldüğünü anlamak bakımından da bize son derece önemli ipuçları veriyor.

Hatırlayalım, kimliği bilinmeyen biri, bir “gazeteci”ye, bir bavula doldurduğu belgeleri teslim ediyor. “Gazeteci” kim? Mehmet Baransu, belgeleri yayınlayan “gazete” hangisi? Taraf. Gazeteci ve gazete sözcüklerini bilerek tırnak içinde kullanıyorum Baransu ve Taraf, bu sözcüklerin çağrıştırdığı şeyin çok ötesinde özellikler taşıyorlar çünkü.

Taraf, bir operasyonel sürecin basın ayağını oluştursun diye kurulmuş “özel yetkili” bir gazete ve gazetecilikten anladığı kendisine sızdırılmış belgeleri ve ses kayıtlarını çarşaf çarşaf yayınlamak. Baransu ise, Emre Uslu ve Önder Aytaç’la birlikte, istihbaratçılıkla gazetecilik arasındaki farkı ortadan kaldıran, haber kaynaklarına sahip olmaktan ziyade, haber kaynaklarının onlara sahip olduğu zamane figürlerinden biri olma niteliğini taşıyor kullanma kılavuzlarının ve son kullanma tarihlerinin bulunduğunu söyleyebiliyoruz.

Balyoz, yeni rejim inşasının en önemli unsurlarından biri olan davaların nasıl kurgulandığını ve hayata geçirildiğini de açık bir şekilde ortaya koyuyor. Radikal’de 23 Eylül günü yayınlanan bir habere göre, geçmişte davada görev almış bir hukukçu, Balyoz’un ve diğer davaların Emniyet İstihbaratı tarafından yönlendirildiğini, buna uygun hareket etmeyen hâkimlerin adliyeden gönderildiğini, uygun davrananların ise terfi ettirildiğini söylüyor. Verilen kararların siyasi olduğunu söyleyen hukukçu “HSYK değiştikten sonra bu sonucun ortaya çıkması normaldir” diye de ekliyor.

Bu açıklamadaki Emniyet İstihbaratı vurgusu önemli çünkü en başından beri bu davaların Emniyet İstihbaratıyla Özel Yetkili Mahkemelerin savcıları ve hâkimleri tarafından koordineli bir şekilde yürütüldüğü ve buradaki cemaat etkisi biliniyor. Dolayısıyla AKP-C’nin C’sinin bu sürecin en etkin aktörlerinden biri olduğu böylelikle bir kere daha teyit edilmiş oluyor.

Açıklamadaki HSYK vurgusu da benzer şekilde önemli çünkü 12 Eylül 2010’daki referandumla birlikte yargının bütünüyle iktidarın kontrolüne girdiği ve iktidarın istemediği kararlara imza atabilecek yargı mensuplarının HSYK aracılığıyla devre dışı bırakıldığı bir kez daha anlaşılıyor. Bu ise 12 Eylül’le hesaplaşmayı vaad eden referandumun içyüzünü ve bu referandumu “yetmez ama evet” diyerek destekleyen cenahın sefaletini açık bir şekilde ortaya koyuyor.

Son olarak, Kürt hareketinin Balyoz’a ve Kemalistlerin KCK’ya yönelik kayıtsızlığı ve hatta bu davaların her iki tarafta da bir tür memnuniyetle karşılanıyor oluşu, iktidarın “Silivri-Kandil hattı” diye kodlayarak “ortak düşman” kategorisine yerleştirdiklerinin henüz böyle bir ortaklık ilişkisi geliştirmekten son derece uzak olduklarını gösteriyor. Bu uzaklık devam ettiği sürece ise yeni rejimin güçlenmeye ve her türlü muhalif odağı tasfiye etmeye devam edeceğini görebiliyoruz.

Başka bir yazımda, geleceğin tarihçilerinin “davalar dönemi” olarak adlandıracakları bir süreçten geçtiğimizi söylemiştim. Davalar döneminin artık sonuna geliniyor. 2014’ten itibaren devlet başkanı ve anayasasıyla birlikte yeni rejimin resmen ilanına da şahitlik edeceğiz. Türkiye solunun bir geçiş döneminin yavaş yavaş kapanıyor olduğunu ve yeni bir dönemin açıldığını görerek buna uygun siyasal stratejiler ve araçlar üretmesi gerekiyor.