Yeni Rejim, Kürt Hareketi ve Kurutulması Gereken Kök

Yalçın Küçük, 1990 yılında yayınlanan “Kürtler Üzerine Tezler” isimli kitabında, kâhince bir öngörüde bulunarak şöyle der: “zamanı geldiğinde bir yeni darbenin sonucunda benim ya da çocuklarımın Bekaa Vadisi’ne gitmek cürmünden bir mahkemenin önüne çıkartılacağını biliyorum.”

Küçük, sahiden de, bu satırların yazılmasının üzerinden 20 yıl gibi bir süre geçmişken, darbe benzeri bir siyasal atmosferde, Ergenekon Terör Örgütü yöneticisi olmak ve Ergenekon adına PKK’yı yönlendirmek gibi suçlamalarla tutuklandı. Bekaa’daki görüntüleri ise, Küçük’ü bütün kötülüklerin müsebbibi bir dizi karakteri haline getirmek ve böylelikle hedef göstermekten çekinmeyen cemaat medyası tarafından haftalar, aylar boyunca kullanıldı. Böylelikle Ergenekon’la PKK arasındaki ilişki ispatlanıyor, bu iki örgütün Türkiye’nin demokratikleşme sürecini baltalamak ve bu sürecin taşıyıcı öznesi olan AKP’yi devirmek istediği iddiasına bir zemin yaratılıyordu.

Ergenekon ile PKK arasındaki ilişki iddiası, sadece dava dosyalarında yer almakla kalmadı, 12 Eylül referandumundan 12 Haziran seçimlerine uzanan süreçte, seçim meydanlarında bizzat başbakan Erdoğan tarafından da dile getirildi. Erdoğan’ın “Silivri-Kandil hattı” olarak kodladığı bu ilişki, AKP karşıtı bir bloğa, Kemalistlerden, Alevilerden, Kürt hareketinden ve sosyalistlerden müteşekkil bir bloğa göndermede bulunuyor ve Sünni-muhafazakâr halk kitlelerinde karşısında durmaları gereken bir ortak düşman algısı yaratmayı amaçlıyordu. AKP’nin, Sünni-muhafazakâr kitlelerin ezici bir çoğunluğunun oyunu alıp Türk sağının tek partisi haline gelmesindeki en önemli etkenlerden biri tam da yaratılmış olan bu ortak düşman imgesiydi.

Seçimlerin sonuçlanmasının ardından ortaya çıkan tablo ise son derece ilginçti: CHP ve MHP, Ergenekon davasından, BDP ise KCK davasından yargılanmakta olan isimlerden bazılarını milletvekili adayı yapmış, bu isimler seçilince de tahliye edilmeleri talep edilmişti. Şu günlerde sıkça tartışılan özel yetkili mahkemeler bu talepleri reddetti ve milletvekillerinin tutukluluk halleri devam etti. Dolayısıyla ortaya bir Silivri-Kandil hattı çıktı ama başka bir bağlamda: Ergenekon ve KCK davalarından yargılanan sanıkların “milli irade” istese bile öyle kolay kolay salınmayacakları, siyaset yapmalarına izin verilmeyeceği anlaşıldı.

Tam da bu nedenle Silivri ile Kandil arasında bir kader ortaklığı bulunduğunu söylememizde bir sakınca bulunmuyor, operasyondan davaya uzanan Ergenekon ve KCK süreçlerini yöneten siyasal özneye, bu öznenin süreç boyunca izlediği stratejiye ve hedeflediklerine biraz daha yakından bakmak bir kader ortaklığından bahsetmeyi kaçınılmaz kılıyor.

Kanımca her iki davanın da doğru bir şekilde anlaşılabilmesi ve tarihsel olarak yerli yerine oturtulması için “yeni rejim inşası” dediğimiz sürece odaklanmak gerekiyor. AKP-cemaat koalisyonu, son dokuz yıldır, 1923 cumhuriyetinden geriye kalan ne varsa tasfiye ederek yeni bir rejim inşa ediyor, bunu yaparken ise bu inşa sürecinin karşısına çıkabileceği düşünülen bütün odakları siyaset sahnesinden çekilmeye zorluyor. Meseleye böyle bakıldığında Ergenekon, bu dönüşüm sürecine direnen ordu ve bürokrasi içerisindeki Kemalist/Cumhuriyetçi unsurların tasfiye edilmesi anlamına geliyor. KCK operasyonuyla ise açılıma, yani Kürt sorununun ümmetçi bir anlayışla çözülmesi projesine direnen Kürt hareketinin ilerici unsurlarının tasfiyesi amaçlanıyor. Çünkü Kürt hareketinin, Türkiye soluyla olan ilişkisinden aldığı bir mirasın olduğu ve bu mirasın içerisinde aydınlanmacılık, kamuculuk, laiklik gibi kavramların önemlice bir yer tuttuğu biliniyor. İşte bu nedenle, her iki operasyonda da “imamın ordusu” ve “imamın yargısı” etkin bir rol oynuyor, her iki operasyonda da tutuklamalar bir cezalandırma mekanizmasına dönüştürülüyor, her iki operasyonda da müthiş bir kamuoyu yaratma çalışması sürdürülüyor.

Kurucularının önemlice bir bölümünün 1980 öncesinde politikleştiğini ve bu politikleşmeye damgasını vuranının sosyalist dünya görüşü olduğunu bildiğimizde AKP-cemaat koalisyonunun Kürt hareketini yeni rejim inşası sürecine en büyük direnci gösterecek siyasal öznelerden biri olarak görmesi gayet doğal bir nitelik taşıyor. Yeni rejimin organik aydınlarından Cengiz Çandar’ın TESEV için hazırladığı rapor bunu açık bir şekilde ortaya koyuyor. Çandar, yazmış olduğu raporda PKK’nın yönetici kadrosu içerisinde bir “şahin kanat”ın varlığından bahsediyor ve Duran Kalkan, Ali Haydar Kaytan, Cemil Bayık, Mustafa Karasu, Rıza Altun gibi isimlerden oluşan bu kanadın “1970’li yılların sol üniversite ortamı içerisinden çıktığı”nı ve çoğunun da Alevi olduğunu söylüyor.

Çandar’a göre, PKK yöneticileri 1970’li yıllardan miras aldıkları Alevi-sol geleneği devam ettiriyorlar, Alevi-sol gelenekle kastedilen ise şu: “Alevilerin yüzyıllara yayılan deneyimden süzdükleri ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne taşıdıkları derin bir Sünni iktidar korkusu, Cumhuriyet döneminde bu korkuyla birlikte Alevilerin Kemalizmle tarihsel ve güçlü bir bağ kurmaları ve bu bağın 70’lerdeki sol siyasetle iç içe geçmesi gibi farklı tarihi süreçlerin üst üste binerek bugüne yığdığı bir toplumsal-siyasal gelenek.”

Aynı raporda, Kürt hareketinin Mustafa Kemal’e ve Kemalizme pragmatik bir şekilde de olsa olumlu bir şekilde yaklaştıklarından şu şekilde söz ediliyor: “PKK’nin kurucu kadrolarına ve Rapor’un yazıldığı dönemde Kandil’deki yönetimine güçlü izdüşümünü bırakan ‘sol’ tavrın yanı sıra, ideolojik olmaktan çok pragmatik sayılabilecek kendine özgü bir Kemalizm anlayışının da, başta Abdullah Öcalan olmak üzere PKK’nin bugünkü yönetici kadrosunun bakış açısında önemli bir yeri olduğunu belirtmek gerekmektedir.”

Görülüyor Kürt Hareketi ile 1923 paradigması arasında sanıldığından da güçlü bir ilişki bulunuyor, söz konusu paradigmanın tasfiyesi ile Kürt hareketi içerisindeki ilerici kökün tasfiyesi aynı anda gerçekleştirilmek isteniyor. Bu nedenle de İslamcı Altan Tan’ın, Kürt hareketinin ilerici kökleriyle ilgili olarak yaptığı “Kürt din karşıtlığı Kemalizmin, Baas partisinin taklididir. Ve yine Kürtlerdeki din karşıtlığı ile Cemal Abdülnasır’ın Arap sosyalizmi de kardeştir. Bunların hepsinin kökü kurusun diyelim” şeklindeki bedduada şaşırtıcı bir yan bulunmuyor.

Kanımca asıl şaşırtıcı olan Tan’ın hâlihazırda zaten bu kökü kurutmak isteyen güçler varken, onlarla değil de, Ebu Leheb’in elleri misali “kurusun” dediği bu kökle birlikte siyaset yapmayı tercih etmesi ve kimsenin de bu tercihi sorgulamıyor oluşu!

Not: Bu yazı, 17 Temmuz 2011 tarihli Birgün Pazar’da yayınlanmıştır.