TEKEL İşçisinden Yurttaşlık Bilgisi Dersleri

General Pinochet yönetimindeki Şili Ordusu, başkanlık sarayını basıp seçilmiş sosyalist başkan Allende’yi öldürerek yönetime el koyduğunda tarihler 11 Eylül 1973’ü gösteriyordu. Darbenin ardından, Pinochet yönetimindeki Şili neoliberalizmin bir laboratuarı haline geldi. Darbenin arkasındaki esas güç ABD’ydi ve Chicago Üniversitesi’nde görev yapan ve “Chicago Boys” olarak adlandırılan bir grup ABD’li akademisyen öncülüğünde neoliberal bir karşı-devrim programı yürürlüğe konuldu. Şili emekçilerinin bütün kazanımları ellerinden alınırken, Şili ekonomisi bütünüyle liberalize edildi ve uluslararası sermayenin kontrolüne sokuldu.

24 Ocak 1980 tarihinde, ki iki gün önce otuzuncu senesini geride bıraktı, Türkiye burjuvazisi yaşadığı krize bir çözüm olması umuduyla, sonradan 24 Ocak Kararları olarak adlandırılan IMF orijinli neoliberal programı yürürlüğe koydu. Program, Türk lirasının değerini ve -böylece halkın alım gücünü- düşürüyor, işçi ücretlerini aşağıya çekiyor, tarıma verilen desteği azaltıyor ve KİT ürünlerine büyük zamlar getiriyordu.

Dönem, hem Türkiye işçi sınıfının hem de solun en güçlü olduğu dönemdi ve olağanüstü bir rejim olmaksızın programın hayata geçirilmesi imkânsızdı. 12 Eylül cuntacıları ve “Our Boys” başka birçok nedenden ötürü, ama en çok da bu nedenle, yani Türkiye burjuvazisinin ve Türkiye kapitalizminin iktisadi ve siyasi krizine müdahale edebilmek için 12 Eylül darbesini gerçekleştirdiler.

Şili’de önce darbe oluyor ve sonra neoliberal politikalar yürürlüğe konuluyor, bizde ise neoliberal program ilan ediliyor ve aradan geçen sekiz ayın ardından darbe yapılıyordu.

Neoliberal karşı-devrimci güçler, dünya ölçeğinde yalnızca darbelerle değil seçimlerle de iktidara geliyorlardı. İngiltere’de Margaret Thatcher ve ABD’de Ronald Reagan, 68 başkaldırısından ve dünya devrimci hareketinden ürküntü duyan muhafazakâr orta sınıf kitlelerin oylarıyla iktidara geldiler ve refah devleti mekanizmalarını tasfiye edip hayatın bütünüyle piyasanın tahakkümüne sokulması projesini ihtiraslı bir şekilde hayata geçirdiler.

Neoliberal karşı-devrimin Türkiye ayağı olan 24 Ocak Kararları’nın mimarı ise sonradan başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı yapacak olan Başbakanlık Müsteşarı Turgut Özal’dı. Özal 24 Ocak Kararları ile ilan edilen neoliberal programı, henüz daha ilan edilmemişken, Türk-İslam Sentezi’ni yaratan ekip olan Aydınlar Ocağı’nın bir toplantısında okumuştu. Gençliğinde Milli Türk Talebe Birliği ve daha sonrasında Aydınlar Ocağı mensubu olan Özal, ocaktaki çoğu isim gibi bir Nakşibendî’ydi aynı zamanda yani liberalizmle muhafazakârlığı şahsında somutlaştırıyor ve Türk gericiliğinin mükemmel bir örneğini teşkil ediyordu.

Pinochet, Evren, Reagan, Thatcher ve Özal, sosyalizme, eşitlik ve özgürlüğe, insan aklına ve kolektif olan bütün varoluş biçimlerine düşman olan birer piyasa şövalyeleriydiler. Piyasa diktatörlüğünün hüküm sürdüğü bir yeryüzü cehennemi kurmak için sola, sosyalizme, emekçilere yönelik büyük bir huruç harekâtına giriştiler, yurttaş insanı öldürdüler ve insanı sürüleştirdiler. Piyasa diktatörlüğünün olduğu yerde yurttaş ve yurttaşın olduğu yerde piyasa diktatörlüğüne yer yoktu çünkü.

***

Yurttaşlık en eski zamanlardan beri sınıf mücadelesinin konusu oldu. Ezenler ve ezilenler, mülk sahibi sınıflarla mülksüzler, kimin yurttaş olacağı, yani kimin siyasal haklardan yararlanacağı ve kimin yönetime katılacağı konusunda hep bir mücadele içerisinde oldular sınıf mücadelesinin tarihi bir bakıma yurttaş olmanın da tarihiydi.

Antik Yunan’da toprak sahipleri ve köylüler, Roma’da patriciler ve plebler, modern zamanların başlangıcında aristokrasi ve halk, sonrasında ise burjuvazi ve işçi sınıfı, siyasal yönetime katılmanın ve iktidarı ele geçirmenin, yani kendi kaderi üzerinde söz sahibi olmanın mücadelesini verdiler. İşçi sınıfının on dokuzuncu ve yirminci yüzyılın başında verdiği büyük mücadele sayesinde başta seçme ve seçilme hakkı olmak üzere birçok siyasi hak, mülk sahibi olmayan sınıflar tarafından da kullanılabilir hale geldi.

1917’de Ekim Devrimi gerçekleşip dünyanın ilk işçi devleti kurulduğunda ve 2. Dünya Savaşı’nın ardından dünyanın önemlice bir bölümünde sosyalizm iktidar olduğunda, kapitalist dünyanın egemen sınıfları kendi işçilerini kontrolleri altında tutabilmek için siyasi hakları genişletmek ve yanına iktisadi hakları da eklemek zorunda kaldılar refah devleti, sosyalizm korkusunun bir sonucu olarak ortaya çıktı.

Neoliberal karşı-devrim, refah devleti ve sosyalizmle birlikte yurttaşlığa karşı da taarruza geçti. Yurttaş olmayı bir yandan seçimden seçime sandığa giderek oy vermeye indirgedi, bir yandan da kültürel kimliklerin demir kafesine hapsetti. Sivil toplumculuk da böyle bir dönemde devreye sokuldu ve sivil toplum kuruluşları aracılığıyla, insanların yaşadıkları ülkelerin ve kendilerinin kaderleri üzerinde söz sahibi olduklarına ilişkin bir algı yanılsaması yaratılması başarıyla sağlandı. Oysa ekonomi çoktan küresel şirketlerin ve emperyalist güçlerin eline geçmiş durumdaydı ve insan çoktan kendisine dışsal güçlerin kontrolüne girmiş, yani nesneleşmişti. Bu noktadan sonra var olabilmenin yolu tüketmekten, kültür endüstrisinin ürettiği filmlerle veya dizilerle uyuşmaktan ya da bir tarikat şeyhine intisap etmekten geçiyordu.

24 Ocak ve 12 Eylül, Türkiye halkına, Türkiye yurttaşına yönelik bir suikasttı. İmam Hatipleri, Kuran kursları, Türk-İslam sentezleri, sinema filmleri, romanları, özel televizyonları, ülkü ocakları, alperen ocakları, tarikatları, ışık evleri, şeyhleri, hocaları, hepsi birer suikast silahıydı, insanı ve yurttaşı öldürmek istediler, çoğunlukla başardılar da.

İnsana ve yurttaşa kurulmakta olan yeni rejimde de yer bulunmuyor diktatoryal rejimler insanı ve yurttaşı değil, sessiz yığınları, bir kara ütopyanın zihinleri iğdiş edilmiş kalabalıklarını arzuluyor.

Oysa şimdi Ankara’da Sakarya Caddesi ve çevresini fiilen işgal etmiş olan Tekel işçileri, kurdukları çadırlarda, başında ısındıkları sobalarda, uzun voltalar attıkları sokaklarda, yeniden insan ve yurttaş olmayı öğreniyor ve öğretiyorlar.

Şimdi Kızılay sokaklarında binlerce işçi, uzun uzun dağıtılan bildirileri okuyor, saatlerce siyaset konuşuyor, öğrencilerle birlikte eğitim sistemini tartışıyor, sınıfın diğer unsurlarıyla mücadelelerini nasıl ortaklaştırabilecekleri üzerine kafa yoruyor, saz çalıp türkü söylüyor, en yaratıcı sloganlara ve pankartlara imza atıyor.

Şimdi binlerce Tekel işçisi, tüm Türkiye’ye nasıl yeniden insan ve yurttaş olunabileceğini öğretiyor. Şimdi binlerce işçi, memleketin ve memleketin zenginliklerinin gerçek sahibinin aslında kendisi olduğunu ve zaten kendilerine ait olan bir şeyi onlara başkasının veremeyeceğini öğreniyor.

Yurttaşlık bilgisi dersinin tam ortasındayız, nasıl yurttaş olunacağını ve yurttaşların yönettiği yeni bir cumhuriyetin nasıl kurulacağını birlikte öğreniyoruz, öğrenmeye devam ediyoruz.