TEKEL direnişi ya da millet demokrasisine karşı yurttaş demokrasisi

Başbakan kendisinden beklenebilecek bir açıklama yaptı ve “bizi iktidara Tekel işçileri değil, millet getirdi” dedi.

Bu, başbakandan beklenebilecek bir açıklamaydı, çünkü “millet”, gelmiş olduğu gelenek, yani Türk sağ geleneği için, bir tür fetiş nesnesi niteliğindeydi çünkü ancak Türk sağına oy verenler, Türk sağına biat edenler, söz konusu kategoriye, yani millet kategorisine dâhil olabilirlerdi.

Geçmişten bugüne, yani sağın iktidarda olduğu altmış koca yıl içerisinde, eşitlik ve özgürlük diyen solcu, örgütlenip sokağa çıkan emekçi, toprak reformu isteyen köylü, kendi taleplerini emekçilerin talepleriyle ortaklaştıran öğrenci, laiklik diyen cumhuriyetçi, diline ve kültürüne sahip çıkan Kürt ve geleneğinden vazgeçmeyen Alevi, asla ve asla o kategoriye dâhil edilmedi zamanın ruhuna uygun bir dille söyleyelim, tehlikeli, ama çok tehlikeli bir iç düşman olarak telakki edildi.

Demek ki millete, solcunun, emekçinin, köylünün, öğrencinin, cumhuriyetçinin, Kürdün ve Alevinin baş eğmeyenini dâhil etmek mümkün değildi demek ki millet, seçimden seçime sandığa gitmesi ve bunun dışında herhangi bir şekilde siyasete bulaşmaması istenen, yani yurttaşlıktan ve insanlıktan çıkarılan, yani sürüleştirilmek istenen milyonlardı.

O halde başbakan haklıydı Tekel işçisi, artık “millet”ten değildi, geride kalan yaklaşık elli gün, Tekel işçisini “millet”in bir mensubu olmaktan çıkarmış yurttaş haline getirmişti çünkü yurttaş, sürüleştirmeye, taşeronlaşmaya, örgütsüzleştirilmeye ve çürümeye, yani insanlıktan çıkarılmaya karşı direnen kimse demekti. Çünkü yurttaş, tarikatın, cemaatin, şeyhin ve fetvanın ağından kendini kurtaran, kendini bilinci ve vicdanıyla birlikte yeniden kuran, nesneleşmenin karşısına bilinç ve vicdandan ibaret bir özne olarak çıkan kimse anlamına gelmekteydi.

Demek ki şimdi “yeter söz milletindir” diyenlerin karşısına yurttaş olmanın bilinciyle çıkanlar vardı demek ki şimdi yurttaş, 60 yıllık merkez sağ vesayetin karşısına dikilebilenlerin adıydı.

***

Sormak gerekiyor, siyasi literatürde, demokrasi kadar kirletilen başka bir kavram oldu mu?

Bir zamanlar, aralarında sosyalistlerin ve devrimcilerin de bulunduğu sayısız insanın uğruna yaşamını yitirdiği, idam sehpalarına çıkarıldığı, kurşuna dizildiği, suikastlara uğradığı bir değer nasıl oldu da, örneğin Yugoslavya’nın parçalanmasının, örneğin sermaye iktidarının savunulmasının, örneğin reel sosyalizm eleştirisinin, örneğin özelleştirmelerin meşrulaştırılmasının bir aracı, bir silahı haline geldi?

“Demos” ve “cratos”, yani eski Yunanca “halk” ve “iktidar” sözcüklerinin bir araya gelmesinden, yani halkın iktidarından söz ediyoruz. Eski Yunan filozoflarının en aklı başında olanları, demokrasiyi “ayaktakımının iktidarı” olarak tarif etmişlerdi ve şimdilerde bambaşka bir anlam taşısa da, tarih boyunca demokrasi, hep emekçilerin, hep ezilenlerin, hep mülksüzlerin iktidarı anlamına geldi.

Ve demokrasi, modern zamanlarda, şimdilerde anlatıldığının aksine asla ve asla burjuvazinin istediği, burjuvazinin talep ettiği bir yönetim biçimi anlamına gelmedi. Emekçilerin ve onların siyasi temsilcilerinin on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl boyunca devam eden mücadeleleri olmasaydı, burjuvazinin demokrasiyi benimsemesi için herhangi bir neden de olmayacaktı.

Burjuvazi, hegemonyasını tesis ettikçe, emekçilerin kendisi için bir tehdit olmaktan çıktığını fark ettikçe, liberal demokrasinin ve onun kurumlarının yerleşmesini sorun etmedi, üretilen zenginlikten verilecek küçük bir payla ve en büyük yalan olan liberal demokrasiyle iktidarını devam ettirmeyi başardı.

Fakat iktisadi karar alma süreçleri, yani “ekmeği nasıl bölüşeceğiz” sorusu, o demokrasinin içerisine herhangi bir şekilde dâhil edilmedi demos, hiçbir zaman cratosunu, neyin, nasıl, ne miktarda ve kim için üretileceği sorusuna bir yanıt vermek için kullanamadı. Çünkü piyasa, kendiliğinden işleyen, doğal bir mekanizmaydı ve ancak kendisine müdahale edilmediği zamanlarda etkin ve verimli bir şekilde çalışıp tüm insanların faydasını ençoklaştırmasını sağlayabiliyordu.

Özellikle neoliberal karşı-devrim, bu argümanı son derece iyi bir şekilde kullanarak, emekçilerin kapitalist sistem içerisindeki kazanımlarının somutlandığı yer olan refah devletini tasfiyeye yöneldi. Piyasa, yani ekonomi, teknokratlar tarafından idare edilmesi gereken ve siyasetin dışında kalan bir alan olarak kavramsallaştırıldı hükümetler değişebilirdi ancak neoliberal ekonomi politikaları herhangi bir şekilde değişemezdi, çünkü piyasanın ilahi, müdahale edilemez yasaları bulunmaktaydı.

Bu noktada demokrasi, iktisadi olanın dışında kalanın, yani kimliğin, yani kültürün, yani cinsiyetin, yani sivilleşmenin alanı haline geldi. Halk, iktisadi karar alma mekanizmalarına herhangi bir şekilde dâhil olamaz, IMF ve Dünya Bankası ile yapılan anlaşmaları sorgulayamaz, ekmeğin nasıl bölüşüleceği sorusuna yanıt veremezdi ama herhangi bir etnisiteye ya da herhangi bir dinsel cemaate dâhil olmayı bir özgürleşme sorunu olarak tartışabilir ve bunu talep edebilirdi çünkü bunu talep ettiği sürece “ekmeği nasıl bölüşeceğiz” sorusunu aklına dahi getirmeyecekti.

Neoliberal karşı-devrim bununla da yetinmedi. Liberal demokrasiyi dahi törpülemeyi, tırpanlamayı hedefledi. Liberal demokrasinin temel mekanizması olan kuvvetler ayrılığı, piyasa daha iyi işleyebilsin diye, karşı-devrimle birlikte tedrici bir şekilde ortadan kaldırıldı. Önce yasama, yürütmenin bir ayağı haline getirildi, ardından yargı bağımsızlığı, eğer bir zamanlar var olduysa, ortadan kaldırıldı.

Türk sağı da iktidarı aldığı ilk günden beri yasamayı ve yargıyı etkisizleştirip yürütmeyi güçlendirmeyi ve böylelikle diktatoryal bir düzen kurmayı bir hedef olarak önüne koydu. 27 Mayıs’a yaklaşırken Türkiye’de bir DP diktatörlüğü kurulmak üzereydi. 12 Eylül, cumhurbaşkanına verdiği sınırsız yetkilerle diktatoryal bir rejim tesis etmeyi hedefliyordu. Özal, Kanun Hükmünde Kararname mekanizmasını keşfederek yasamayı devre dışı bırakmanın bir yolunu bulmuştu. Ve şimdilerde AKP yalnızca yasama ve yargıyı değil, medyayı, üniversiteleri ve sendikaları da kendi iktidar ağının içine dâhil etme hedefiyle, ülkeyi diktatoryal bir rejime doğru götürüyor.

Askeri vesayet ve sivil faşizm tartışmalarını, sivil ve faşizm kavramlarının oksimoronik bir nitelik taşıdığı ya da faşizmin zaten sivil bir nitelik taşıdığı gibi argümanlarla geçiştirmeye çalışan ve bu kavramların asla yan yana gelemeyeceğini söyleyen liberal-muhafazakâr entelektüellerin bilinçli körlüğü de zaten burada başlıyor. Liberal-muhafazakâr entelijansiya, devletin küçüldükçe, yani sosyal devlet olmaktan çıktıkça, bir milli güvenlik devletine dönüşeceğini ve neoliberal karşı-devrimin sivil faşizme, diktatoryal bir düzene ihtiyaç duyduğunu saklamaya hizmet ediyor

Diktatoryal bir düzen, demosa ihtiyaç duymuyor, diktatoryal bir düzende yurttaşlardan değil, olsa olsa milleten söz etmek mümkün olabiliyor.

***

Geçen haftaki yazıda Tekel işçisinin verdiği yurttaşlık bilgisi dersinden söz etmiştik. Tekel işçisi, yalnızca yurttaşlık bilgisi değil, demokrasi dersi de veriyor. Güvencesiz çalışmaya, taşeronlaşmaya, hakkı olanın elinden alınmasına karşı çıkarken, “ekmeği nasıl bölüşeceğiz” sorusunu da, yani soruların en demokratik olanını da soruyor.

Tekel işçisi, sorular sormaya, öğrenmeye ve öğretmeye devam ediyor.