Tarih Yeniden Yazılırken

Önce 1 Mayıs’la başladılar… Taksim Meydanı kutlamalara zaten AKP’nin icazetiyle açılmıştı, alanı dolduranların alayı hala 70’lerde yaşıyordu, dünyanın yaşadığı değişime dair en ufak bir fikirleri yoktu, komünizm çoktan yıkılmıştı ama bizdeki dinozorlar hala devrimden, komünizmden bahsediyorlardı.

Sonra sıra 6 Mayıs’a geldi… Denizler ve bütün 68’liler, İttihatçı mirası devralmış, Kemalizm’le bağlarını koparamamış, Marksizm’i bilmeyen, ulusalcı ve darbe sevdalısı bir kuşağın mensuplarıydılar.

Ardından 14 Mayıs’a gelindi… Bundan tam 60 sene önce, 14 Mayıs 1950’de “yeter söz milletindir” diyenler iktidara gelmiş ve tek parti istibdadını yıkmışlardı. Laikçi, Jakoben, vesayetçi CHP iktidardan alaşağı edilmiş ve yerine, demokrat, muhafazakâr, mütedeyyin Demokrat Parti iktidar olmuştu.

Ve en son 27 Mayıs… Türkiye üzerinden geçen elli sene boyunca 27 Mayıs’a yönelik böylesi kapsamlı ve geniş mutabakatlı bir saldırıya rastlamamış olsa gerek. Yandaşıyla, yandaş olmayanıyla bütün bir medya, günlerce Türkiye toplumuna “Menderes’in dramı”nı seyrettirdi.

27 Mayıs 1960 günü bir avuç darbeci subay demokrasiyi ve milli iradeyi askıya almış, milletin hakiki temsilcisi Demokrat Parti’yi iktidardan indirmiş ve sonra da demokrasi kahramanı Menderes’i asarak vesayet rejiminin bekasını bir kez daha tesis etmişti.

Haber bültenleri 27 Mayıs günü Yassıada’daki protestoları gösterirken bir duvar yazısı dikkatimi çekti “No Pasaran” yazılmıştı duruşmaların görüldüğü salonun duvarına. Birilerinin kötü mizah anlayışının bir göstergesi olmalıydı bu aksi takdirde İspanyol cumhuriyetçilerinin iç savaş dönemindeki en ünlü sloganlarından birini Menderes’le ilişkilendirmek kimin aklına gelirdi ki?

Yazının mizahi bir yönü olmadığını çok geçmeden anlaşıldı tabi. 27 Mayıs’a “No Pasaran” diyen genç ve sivil kimseler, açtıkları pankartta Adnan Menderes’i, Deniz Gezmiş’i ve Erdal Eren’i yan yana getirmişler, darbeleri protesto ediyorlardı.

Ne güzel, böylece, 27 Mayıs’ın, 12 Mart’ın ve 12 Eylül’ün birer darbe olduğunu, darbecilerin hep birilerini astığını, darbelerin birbirlerinden herhangi bir farkının bulunmadığını ve darbenin iyisinin kötüsünün olmayacağını öğreniyorduk.

Ne güzel, böylece, Türkiye’yi bir tarım ülkesi olarak emperyalizmin talanına açanları, NATO’ya sokanları, Kore’ye asker gönderenleri, 6-7 Eylül olaylarını tezgâhlayanları, ülkeyi “Küçük Amerika” yapmaya çalışanları birden bire unutuyor ve Menderes’in şahsında bir demokrasi şehidi görüveriyorduk.

Ne güzel, böylece, Deniz’lerin mahkemedeki savunmalarının merkezine 61 Anayasa’sına sahip çıkılmasını yerleştirdiklerini, Deniz’leri asan 12 Mart’çıların ilk işlerinden birinin 61 Anayasa’sındaki özgürlükçü hükümleri kısıtlamaya gitmek olduğunu, 27 Mayıs’ı sahiplenip onu çok daha ileri bir seviyeye taşımak isteyen yurtsever ve devrimci yüzlerce subayın darbe ile birlikte ordudan atıldığını, tutuklandığını, işkence gördüğünü unutuyorduk.

Ve ne güzel, böylece, Erdal Eren’le birlikte binlerce devrimcinin kanına giren 12 Eylül’ün, Türkiye’yi kapitalist dünya sistemine eklemleyen ve 27 Mayıs’ın ekonomi politikalarını bütünüyle tasfiye eden, 61 Anayasa’sını ortadan kaldırıp faşizan 82 Anayasa’sını getiren, Türkiye solunu ve işçi sınıfını yok etmeyi amaçlayan bir darbe olduğunu hatırlamaz oluyorduk.

Eğer bütün kara ütopyalar birer bellek kazıma ve yeni bir belleği, yeni bir bilinci inşa etme projeleriyse, eğer bütün kara ütopyalarda sürüleştirilmek, böcekleştirilmek istenen insan yığınlarına rastlıyorsak, bir kara ütopyanın tam da ortasında olduğumuzu söyleyebiliriz.

Sürüleştirilmiş ve böcekleştirilmiş bir cumhurun cumhuriyetini kuranlar, yalnızca kurumları dönüştürmüyorlar, doğrudan toplumsal bilince saldırıyorlar, liberal ve muhafazakâr tarihçileri ile birlikte yeni bir tarih yazımını da hayata geçiriyorlar.

DP’nin demokrat, Menderes’in demokrasi şehidi, 27 Mayıs’ın “demokrasinin üzerine inen ilk balyoz” olarak addedildiği, solcuların İttihatçı, Kemalist, militarist, elitist olmaktan kurtulamadığı, sınıflardan, kapitalizmden, emperyalizmden bahsedilmeyen bir tarih bu: gazetelerinde, kitaplarında, televizyonlarında, üniversitelerinde, master ve doktora tezlerinde, mütemadiyen yazıyorlar.

Böylesi bir tarih yazımına girişenlerin, yani yeni rejimin organik aydınlarının, solculuğunun bir sınırı olduğunu çok iyi bildikleri Kılıçdaroğlu’ndan dahi bunca ürküyor olmalarında ise şaşırtıcı bir yan bulunmuyor elbette.

Yoksulluk, emek, sömürü gibi sözcüklerin herhangi bir biçimde tedavüle girmiş olmasından korkuyorlar. CHP’yi ve Kılıçdaroğlu’nu sola saldırmak için bir manivela olarak kullanıyorlar. “70’lerin arkaik söylemleri” bunlar diyorlar, “fakir fukara edebiyatı” diyorlar, “popülizm” diyorlar, “ucuz siyaset” diyorlar. Çünkü korktukları aslında CHP ya da Kılıçdaroğlu değil sınıf hareketinin ve solun yükselmesinin güçlü bir ihtimal halini alması gözlerini korkutan.

CHP solculuğuna bile tahammülü olmayanların, bellekleri silip tarihi yeniden yazanların, bizi bir kara ütopyaya mahkûm etmek isteyenlerin karşısında duracağız. Yeni bir ülke kurmak içinse çabamız, biz de kendi akademisyenlerimizle, aydınlarımızla, gazetecilerimizle tarihimizi yazacağız, gazeteleri varsa gazetelerimiz, televizyonları varsa televizyonlarımız olacak, dergiler, kitaplar yayınlayacağız, onlar üniversitelerdeyseler biz de üniversitelerde olacağız, onların yazdırdıkları master doktora tezlerinin karşısında bizim tezlerimiz yer alacak. Aksi halde bu kara ütopyadan çıkmak mümkün olmayacak!