Sermaye Vesayetine Karşı Yetmiş Milyon Adım

Ne kadar çok elimiz varmış meğer/ İlkin, senin elinle tutuşan benimki/ Sonra çocuklarınki/ Gençlerinki/ Tekel işçilerininki/ Sonra, ellerin elleri.../ Ne kadar çok elimiz oldu, baksana/ Tutuşa tutuşa/ Bir orman yangını gibi
Can Yücel

İkinci cumhuriyetin organik aydınları, geçen haftaki mesailerinin önemlice bir bölümünü Türkiye’de bir sivil faşizm tehlikesinin söz konusu olmadığını kanıtlamaya ayırdılar.

Buna göre faşizm, yıkılmakta olan askeri vesayet rejiminin destekçilerinin, “soft Ergenekoncu”ların, darbecilerin, statükocuların gündeme getirdiği yeni oyunlardan biriydi, sivil faşizm diye bir terim söz konusu olamazdı, çünkü faşizm zaten sivil nitelikli bir rejimdi, sivil vesayet terimi kullanılamazdı, çünkü vesayet sözcüğünün etimolojisi buna izin vermiyordu, esas tehlike hala askeri darbeydi ve sivil faşizmden, sivil vesayetten, sivil darbeden bahsetmek, “ordu göreve” demek anlamına gelmekteydi.

Aynı endişeyi kimi siyasi partiler ve sivil toplum örgütleri de paylaşıyor olmalı ki, 23 Ocak’ta, tıpkı geçtiğimiz yıl olduğu gibi, İstiklal Caddesi'nde darbeye karşı yetmiş milyon adım atmaya karar vermişler, “hep birlikte özgürlüğümüz için, darbelere, darbecilere karşı” ses çıkartacaklarmış.

Sorumuz şudur: 23 Ocak günü İstiklal caddesini dolduracak darbe karşıtlarının ne kadarı, hangi unsurları, aralarındaki hangi aydınlar, günlerdir sürmekte olan Tekel direnişine omuz vermiş ve 17 Ocak mitingine katılmışlardır?

Adında devrimci, sosyalist, işçi, emekçi gibi sözcükler olanları da dâhil, kaçının bir numaralı gündem maddesi Tekel direnişidir ve kaçı Tekel direnişini bir milat olarak görmektedir?

Soru meşrudur çünkü Tekel direnişinin bize anlattığı öykü, neoliberalizmin ülkemizde yarattığı yıkımın, yani Türkiye’nin son 30 yılının bir özetidir.

Kamusal varlıkları sermayeye peşkeş çekme, yerli üretimi uluslararası şirketler adına tasfiye etme, iş güvenliğinin yok edilmesi ve taşeronlaştırma, esnek istihdam ve sosyal güvenlik haklarının ortadan kaldırılması gibi neoliberal karşı-devrimin bütün uygulamalarını Tekel örneğinde gözlemlemek mümkündür.

Fakat yalnızca bu da değil, Tekel direnişi aynı zamanda, sınıfa ilişkin bütün teorik tartışmaların, bütün postmarksist zırvaların ve bütün postmodern toplum betimlemelerinin ötesinde, sınıfın kendisini mücadele içerisinde nasıl kurduğunu, kendisinin nasıl farkına vardığını, kendi kültürünü nasıl oluşturduğunu ve yaratıcı direniş ve dayanışma biçimlerini nasıl var edebildiğini göstermesi açısından da önemlidir.

Dolayısıyla pazar günü Sıhhiye Meydanı ve bugün Türk İş binasının önü sınıf siyaseti yaptığını söyleyenler için de sınıf için düşünsel üretimde bulunan aydınlar için de bir öğrenme ve öğretme yeridir.

Eğer tarih, en baştan beri sınıf mücadelelerin tarihi ise, işte bugün o binanın önünde, yazılmaya devam etmektedir.

***

Tekel direnişi, güncel olana yapılmış bir müdahaledir de aynı zamanda.

Abdi İpekçi parkındaki coplu, biber gazlı saldırı AKP’nin demokrat maskesinin düşmesini sağlamıştır. “Açılımı biz yaptık” diyen işçiler Kürt sorununun nasıl çözülebileceğini göstermişlerdir. Direnişle birlikte, Tekel işçilerine Ergenekoncu diyebilecek kadar alçalan ve direnişi görmezden gelen yandaş medyanın ipliği pazara çıkmıştır.

Ve direniş, inşa edilmekte olan yeni rejimin, bir türlü kapsayamadığı Kürtler, Aleviler, sosyalistler ve cumhuriyetçilere olduğu kadar, etnik kökeni ya da mezhebi fark etmeksizin, direnen emekçilere karşı da düşman bir rejim olduğunun farkına varılmasını sağlamıştır.

Yeni rejim, direnen, hakkını arayan, mücadele eden örgütlü yurttaşlar değil, sürüleştirilmiş, robotlaştırılmış kitleler arzulamaktadır çünkü ancak bu şekilde kendini var edebilecek ve meşru kılabilecektir, Arınç gibilere “işçilerin yürümesinden ürkerim” açıklamasını yaptıran işte bunu biliyor olmalarıdır.

Tekel direnişi, sermaye vesayetini değil de askeri vesayet isimli heyulayı hedef tahtasına koyarak solculuk yapanların gerçek yüzlerini de ortaya çıkarmış durumdadır.

Örneğin, mevcut durumun en veciz ifadelerinden biri olan “İşçiler Kardeş AKP Kalleş” sloganını “dünyanın en kolay muhalifliğinin tezahürü” olarak gören ve bunu statükoya hizmet etmek olarak değerlendiren solaçıklar köşelerinde şu satırları yazabilmektedirler:

“Ülkedeki askerî vesayet rejiminin neden olduğu sürekli teyakkuz hali, ekonomik gelişmenin yanında, sendikalaşmayı, sivil toplumun gelişmesini ve dolayısıyla siyasal katılımı sekteye uğratmıyor mu? Dolayısıyla bu bela ile uğraşmak, en az mesai bitimlerinde Sakarya’daki sendika önünde sergilenen ‘sınıf kardeşliği’ kadar mücadelenize katkı sağlamaz mı?”

Ekmek kavgası veren insanlara “biraz sivilleşin, biraz demokratlaşın, biraz Avrupabirlikçi olun” diyen birinin yeni çağın devrimci öznesini “darbeye karşı ortak bir pankart arkasında yürüyen, üstelik de yatay örgütlenen Türbanlı, eşcinsel, Ermeni, Kürt, Türk kardeşliği” olarak tarif etmesinde ise şaşırtıcı bir yan bulunmamaktadır.

Kanımca, bu öznenin merkez komitesinde Abdurrahman Dilipak, Yıldıray Oğur, Nazlı Ilıcak ve Ahmet Altan’ın yer alması gayet isabetli olacaktır böylelikle Sorosçu enternasyonalle birlikte renkli dünya devrimi hedefini gerçekleştirmek söz konusu olabilecektir.

Tekel direnişi, sivil toplumculuğu, kimlik siyasetini, liberalizmi ve muhafazakârlığı sol adıyla pazarlamak isteyen siyaset yapma biçimlerine de yapılmış bir uyarı niteliğindedir. Meclise tünel kazan “sosyalist” ve arkadaşları “sınıf indirgemeciliği tuzağı”na düşmeyecek bir parti kurmak için çalışadursunlar, sınıfın üyeleri, pazar günkü mitingde olanca indirgemecilikleriyle kürsüye el koymuşlardır.

Basitçe asker ya da polis vesayetine karşı olan değil, askerin de polisin de kapitalizm içerisinde tuttuğu yeri bilen ve sömürülüyor oluşunun sorumlusunun herhangi bir üniformalı değil, olanca sivilliğiyle sermayenin ta kendisi olduğunun farkına varan yüz binler ve hatta milyonlar...

Bizim devrimci özneden anladığımız budur ve umudumuz bu öznenin vesayet biçimlerinin hepsini ortadan kaldırmak adına sermayenin vesayetine karşı atacağı milyonlarca adımdadır.