Saf vicdanın eleştirisi

Yıldırım Türker’in, Odatv baskınının ardından yayınlanan ve Soner Yalçın’ı faşist bir işadamı olmakla itham ettiği yazısı, operasyona soldan destek arayanlar için bulunmaz bir nimetti. Yıldıray Oğur, Melih Altınok, Rasim Ozan Kütahyalı gibi kullan at liberallerinin sözlerine artık pek de itibar edilmediği bir dönemde, operasyonları hala demokratikleşme sürecinin bir parçası olarak göstermek isteyenlerin imdadına, Türker’in o dillere destan vicdanı, hızır gibi yetişiverdi.

Emre Aköz, Türker’in bu çabasını takdir etmesine etti ama yine de bu takdire bir şerh düşmeyi ihmal etmedi. Aköz, kendi içerisinde gayet tutarlı bir mantık yürüterek, Türker’e şöyle diyordu: “Bir yandan Soner Yalçın'ı destekleyenlere ‘faşist bir işadamının muhalif bir basın emekçisi olarak portresini yutturamayacaksınız’ diyeceksiniz... Öte yandan... Soner Yalçın ile tıpatıp aynı siyaseti güden... Vesayetçi/darbeci psikolojik savaş ekibinin, kampus ve sokak ayağını oluşturan üniversiteli militaristleri... ‘polisten sopa yiyen muhalif öğrenciler’ diye savunacaksınız. Olmaz öyle şey! Gelirlerinin, yaşlarının, ‘görev’ alanlarının farklı olması neyi değiştirir? Birine faşist diyorsanız, ötekine de diyeceksiniz.”

Aköz’ün durduğu yerden bakıldığında dile getirdiği talep sonuna kadar haklıydı, eğer Yalçın’ın ve Odatv’nin faşist olduğunu ve yaptıkları yayınlarla Ergenekon’a hizmet ettiklerini düşünüyorsanız, aynısını yumurta eylemlerinin faili gençler için de düşünmek zorundaydınız, ne de olsa her ikisi de vesayetçi-darbeci güçlerin psikolojik savaş unsurlarından başka bir şey değillerdi.

Aynı Aköz, bu yazıdan birkaç gün sonra, alçaklığın evrensel tarihine adının altın harflerle kazınmasına yardımcı olacak bir yazı yazdı ve orada solcu kadınlara çirkin, kara kuru, pejmürde gibi terimlerle saldırdı, yediği yumurtaların intikamını böyle alacağını sanıyordu belki de.

Alçalmada Aköz’le yarışan Engin Ardıç da arkadaşına destek vermek için aynı gazetede solcu kadınlara benzer cümlelerle saldırdı. Ardıç’ın da kelime hazinesi, “bacı”, “çirkin”, “kompleksli” vs.den öteye gitmiyordu ama onun fantezi dünyası biraz daha genişti, bu yüzden de Aköz’e “sana yumurta atan kızı tutup öpseydin” diye ağabey tavsiyesinde bulunmayı ihmal etmiyordu.

Aköz ve Ardıç, omuz omuza vermiş, testosteron salgılı faşizmlerini saçıyorlardı ortalığa ve ortalık çürük yumurta kokusundan, bozuk et kokusundan, ceset kokusundan geçilmiyordu, çünkü Aköz de Ardıç da yaşayan birer ölüden başka bir şey değillerdi, çünkü çürümüşlerdi ve çürüyen her şey kaçınılmaz olarak kokardı.

Aköz ve Ardıç solcu kadınların ne kadar çirkin olduğunu ispatlamaya çalışırken, Odatv’ye yönelik operasyonun ikinci dalgası gerçekleşti. Nedim Şener, Ahmet Şık, Yalçın Küçük, Doğan Yurdakul, Müyesser Yıldız, Sait Çakır ve Coşkun Musluk, önce gözaltına alındılar, sonra da tutuklandılar.

Yıldırım Türker, ikinci dalgada gözaltına alınanlardan Ahmet Şık için henüz tutuklama kararı çıkmamışken bir yazı yazdı. Türker, bir yandan Soner Yalçın’la ilgili yazdıklarına gösterilen tepkilere yanıt vermeye çalışıyor, öte yandan da Şık’ın Ergenekoncu ilan edilmesi ile inceden dalga geçiyordu.

Diğerleri için değilse de, en azından Şık için, o meşhur vicdan yine işbaşındaydı Türker Şık’ın ne kadar iyi bir gazeteci olduğunu, derin devletle işi olmayacağını vs.yi uzun uzun anlatıyordu. Fakat o meşhur vicdanın en büyük özelliği de yine işbaşındaydı, Türker, ne Şık’ın yazmakta olduğu “İmamın Ordusu” kitabından, ne de Şık’ın ekip arabasına bindirilirken “cemaate dokunan yanar” demesinden söz ediyordu. Çünkü Türker’in vicdanında nasıl ki yoksul bir boyacı çocuğunun yoksulluğu düzene, yani kapitalizme değil de rejime, yani cumhuriyete bağlanıyorsa ve nasıl ki aslolan o boyacı çocuğun yoksulluğu değil de, on kasım günü bir dakikalığına hazır olma geçmesiyse, burada da aynı şey geçerliydi. Şık’ın ne yazdığı ya da ne yaptığı, yani politik konumu değil de, nasıl bir insan olduğu önemliydi Türker’in vicdanı için.

Türker’le aynı gazetede, Radikal de yazan bir başka isim, Sırrı Süreyya Önder, ikinci Odatv baskınının ertesi günü yayınlanan “Deli sevilir Densiz Sevilmez” isimli yazısında Engin Ardıç ve Emre Aköz’den “beyni ile bağırsaklarını, kalbiyle üreme organını birbirine karıştıran iki yazar” olarak söz ediyor ve tepkisini ortaya koyuyordu.

İlginç olan ise bu tepkinin Ardıç ve Aköz’ün çalıştıkları gazetenin sahibi olan Ahmet Çalık’a yönelik bir açık mektup şeklinde ifade edilmesiydi. Önder, Çalık’tan Engin Ardıç ve Emre Aköz’ü kovmasını istiyordu, çünkü Önder’e göre, Çalık, hem Sabah’ın eski sahibi Dinç Bilgin’den, hem de Cem Uzan’dan farklı biriydi, yani Çalık vicdan sahibiydi ve vicdan sahibi bir patron olarak sahibi bulunduğu gazetede Ardıç ve Aköz gibilere yer vermemeliydi.
Önder, Çalık’a, “siz onlar gibi değilsiniz” demekle yetinmiyor, “henüz bu devletin gerçek sahibi değilsiniz, zenginsiniz belki ama mallarınızın sadece kullanma hakkına sahipsiniz, o mallar her an elinizden alınabilir” de diyordu.

Solcu bir aydının bir patrondan, yanında çalışan birilerini, bunlar Aköz ve Ardıç gibi kişiler olsalar bile, kovmasını istemesinin garabeti bir yana, esas olarak, Türkiye’yi hala, “devletin asil sahibi laik burjuvaziye karşı üvey evlat muhafazakâr burjuvazi” ikiliği üzerinden okuması da düşündürücüydü.
O Çalık ki, şu an sahibi olduğu medya grubunu, finansal kaynakları yeterli olmamasına rağmen bir kamu bankasının kendisine sırf özel nedenlerle verdiği krediler sayesinde alabilmiş, bunun yanı sıra devletin açtığı birçok ihaleyi sahibi bulunduğu holding kazanmıştı, başbakanla olan yakınlığı ve dostluğu ise herkes tarafından bilinmekteydi.

Oysa Önder’e göre Çalık henüz devletin asli sahiplerinden değildi, o da üvey evlatlardandı ve bir vicdan sahibiydi dolayısıyla da Ardıç ve Aköz gibilere gazetesinde yer vermemeliydi!

Tüm bunları, Ardıç ve Aköz gibilerin yaşayan birer ölü olduklarını, ölü gibi koktuklarını söyleyebilmek, ispatlayabilmek için yazmadık, bunu zaten biliyoruz.

Başka bir derdimiz var, “saf vicdan”la, akıldan arınmış vicdanla, politik bilinçten yoksun kalmış vicdanla bir derdimiz var. Derdimiz var, çünkü günümüz Türkiye’sinde aydın olmak için, muhalif olmak için, emekçilerin, ezilenlerin, yoksulların yanında yer alabilmek için saf bir vicdana sahip olmak, o minval üzere yazıp çizmek, yeterli değil, meşru değil, etik değil.

İhtiyacımız olan akılla harmanlanmış, siyasal bilinçle yoğrulmuş bir vicdan. İşkenceci polis şefinden sosyalist, derin devleti araştıran gazetecilerden derin devlet çalışanı, genç bilim insanlarından örgüt üyesi yaratan mekanizmaları ifşa eden, kendi alamadığı intikamın onlarca alındığını düşündüğü için bu mekanizmalara gözünü kapamayan, “sen de bizim gibi devlet babanın üvey çocuklarındansın” diye halkın parasıyla televizyon ve gazete sahibi olanlara mektup yazıp onlardan medet ummayan bir vicdan sözünü ettiğim. Saf olmayan, gücünü akıldan alan, bilinci olan bir vicdan.