Renkli Devrimlerle Arap Baharı Arasında Yeni Osmanlı

Türkiye’nin bir “renkli devrim”i ya da şimdilerde Arap coğrafyasında yaşanılanlara benzer bir “bahar”ı oldu mu?

Eğer “devrim” ya da “bahar”la kastedilen, Soğuk Savaş sonrası dünyada (Ortadoğu’yu da dâhil ettiğimiz) Avrasya coğrafyasındaki ülkelerin bir kısmının rejimlerinin değiştirilmesi ise bu soruya “evet”“ yanıtını vermemiz mümkün görünüyor.

Dokuzuncu yılına yaklaşan AKP iktidarının yeni rejim inşası projesini uluslararası bağlamına yerleştirerek okumak durumundayız. 2000’lerin ilk on yılı boyunca Avrasya coğrafyasına baktığımızda şöyle bir tablo görüyoruz: Yugoslavya’nın parçalanmasının ardından, Avrupa’nın orta yerinde Miloseviç gibi bir ismin varlığına tahammül etmesi imkânsız olan emperyalizm, ilk renkli devrimi Sırbistan’da gerçekleştiriyor. Batılı Sivil Toplum Örgütleriyle (STÖ’ler) Sırp işbirlikçilerinin öncülüğünde 5 Ekim 2000’de Miloseviç’in devrilmesi ve sonrasında Lahey’deki yargılanması sırasında ölmesi ile başlayan süreç, 2008 yılında Kosova’nın Sırbistan’dan koparılması ile nihayetlendiriliyor.

Gürcistan ise hem Rusya’nın çevrelenmesi hem de enerji kaynaklarının batıya sorunsuz bir şekilde aktarılması için kilit ülkelerden biri olma niteliğini taşıyor. Temkinli Amerikancı Şevardnadze’nin, Rusya’ya yakınlaşmaya başladığı ve Rus enerji tekeli Gazprom’la 25 yıllık bir anlaşma imzaladığı anda devrilmesine karar veriliyor. ABD, Bakü-Tiflis-Ceyhan boru hattını ve diğer enerji nakil projelerini tehlikeye atamayacağından Sırbistan’daki renkli devrimin öncü isimleri CIA’nın kontrolünde ve yine STÖ’lerin desteğiyle, ülkedeki rejim muhaliflerini eğitip organize ederek 23 Kasım 2003’te Şevardnadze’yi devirip yerine Sakaşvili’nin gelmesini sağlıyorlar. Sonrasında ise Gürcistan’ın NATO üyeliği gündeme getirilerek emperyalizmin Avrasya’yı kontrolünde bir adım daha atılıyor.

Emperyalizm, Rusya’nın bir başka komşusu Ukrayna’yı da, Estonya, Litvanya ve Letonya gibi, hem AB hem de NATO üyesi olarak görmek istiyor. NED, NDI, Uluslararası Rönesans Vakfı gibi STÖ’ler, emperyalizmin Truva atları olarak Ukrayna’da zaten çok uzun süredir faaliyette bulunuyorlar. Ukrayna’da da benzer bir oyun sahneye konuluyor. Güçlü bir gençlik örgütü, sivil itaatsizlik eylemleri, yoğun bir medya desteği ve birleştirilmiş bir muhalefetle birlikte 22 Kasım günü Kiev sokaklarında başlayan turuncu devrim birkaç ay içerisinde batı yanlısı Yuşçenko’nun devlet başkanlığına gelmesiyle zafere ulaşıyor. Böylelikle Avrasya’daki Büyük Satranç Tahtası’nda batı emperyalizmi bir kaleyi daha düşürmüş oluyor.

Türkiye’nin böylesi bir devrimci dalganın dışında kalması mümkün görünmüyor. Türkiye’nin renkli devrimi ve yeni rejim inşa süreci 3 Kasım 2002’de AKP iktidarı ile başlıyor. Önce AB uyum yasalarıyla, ikinci ve üçüncü iktidar dönemlerinde ise Ergenekon Operasyonu aracılığıyla eski rejimin devlet içerisindeki unsurları tasfiyeye uğratılıyor. Hayli yol alınan inşa süreci tamamlanmak için yeni anayasayı bekliyor. Bunu uluslararası güçlerin mücadeleleri bağlamına oturtup okuduğumuzda şunu görüyoruz: Atlantikçi güçlerle yani ABD ve AB ile birlikte hareket eden AKP-cemaat koalisyonu, Çin, Rusya, İran gibi ülkelerle bir ittifak zemini yaratılabileceğine inanan Avrasyacıları tasfiye ediyor.

Türkiye’nin renkli devrimi kapitalizmle İslam’ın, liberalizmle muhafazakârlığın sentezlendiği, bu haliyle de İslam ülkelerine model olarak sunulabilecek bir nitelik taşıyor. Bu bağlamda, Arap Baharı’nın başlamasıyla birlikte, Tunus’ta, Mısır’da ve daha başka yerlerde AKP adlı ya da AKP’nin programını birebir kopya eden partilerin ortaya çıkışında şaşırtıcı bir yan bulunmuyor. Milli Görüş’ün AKP’ye evrilmesine benzer bir şekilde, Müslüman Kardeşler de AKP’leşiyor, AKP benzeri bir siyasal özneye dönüşüyor.

ABD, bölgedeki anti-Atlantikçi Şii eksenini etkisiz hale getirebilmek için Sünni İslami hareketlerle yeni bir ittifaka giderken ve Sünni İslami hareketler bulundukları ülkede iktidarı alabilmek için ABD’ye yanaşırlarken Türkiye’ye düşen rol bu yakınlaşma sürecini hızlandırmak oluyor. Bu nedenle de emperyalizmin bölgeye yönelik planlarıyla Türkiye’nin bölgesel bir emperyal güç vizyonunu üstlenmesi arasında bir tamamlayıcılık ilişkisi bulunuyor. Daha önce de defalarca söylediğimiz üzere Türk dış politikasında batı dünyasından ve emperyalizmden bağımsız hareket etme anlamında bir eksen kayması bulunmuyor bilakis eksen emperyalizme sabitleniyor.

Libya’da yaşananlara biraz daha yakından bakıldığında, Libya’nın Atlantikçi güçlerle Avrasyacı güçler arasındaki mücadelenin bir cephesi haline geldiği anlaşılıyor. Libya Çin’in petrol tüketiminin yüzde üçünü karşılıyor ve Çin Libya’nın Asya’daki en büyük müşterisi. Ayrıca, Çin’in Libya’da rejim devrilmeden önce 75 şirketi ve 36 bin çalışanının olduğu biliniyor. Rusya’nın da Gazprom ve Dafnet gibi şirketlerinin Libya’da çok büyük yatırımları bulunuyor.

Tarihinin en büyük krizlerinden birine doğru hızla yol almakta olan batı kapitalizminin ise “yaratıcı yıkım” yani savaş seçeneğine başvurmaktan başka şansı kalmamış gibi görünüyor. İngiltere, Fransa ve İtalya’nın Libya’ya saldırmakta bu kadar acele etmelerinin gerisinde de bu bulunuyor kapitalizm bir kez daha savaş kozunu oynuyor. Yıkılan Libya’nın yeniden imarı ve petrolünün yeniden paylaşımının kapitalizmin krizine bir nebze de olsa ilaç olabileceği düşünülüyor.

Davutoğlu dönemi Türk dış politikasının Libya konusundaki tutumunda şaşırtıcı bir yan bulunmuyor. AKP-cemaat koalisyonu Atlantikçi güçlerin bir parçası olduğundan, Libya’da bu güçlerle birlikte hareket ediyor. Yeni Türkiye’yi inşa edenler şimdi de Yeni Libya’nın inşasına girişmiş durumdalar.

Libya’nın düşüşüyle birlikte sıra Suriye’ye gelmiş gibi görünüyor. ABD’nin Libya’da İngiltere, Fransa ve İtalya eliyle yaptığını Suriye’de Türkiye eliyle yapması yüksek bir ihtimal. Irak ve Afganistan gibi iki cephede birden kara ordusu bulunduran ABD, Libya’ya karadan girmek yerine, Fransa ve İtalya’nın hava operasyonlarıyla rejim muhaliflerine destek vermeyi ve Kaddafi’yi bu şekilde devirmeyi tercih etmişti. Şimdi benzer bir senaryo Türkiye bağlamında Suriye için sahnelenmek isteniyor. ABD, karadan bir işgale girişmeyecek ama Türkiye’yle NATO’nun olası askeri operasyonlarını ve Müslüman Kardeşler’i destekleyerek Esad rejimini devirmeye çalışacak.

Böylesi bir konjonktürde yeni-Osmanlıcılığın İsrail’le kontrollü bir kriz yaratmasında şaşırtıcı bir yan bulunmuyor. Bölgesel emperyal güç rolü bunu gerektiriyor. Oysa Davutoğlu’nun İsrail’e karşı alınan yaptırım kararlarını duyurduğu gün, Rusya ve İran’a karşı devreye sokulacak ve elbette ki İsrail topraklarını da koruyacak olan füze kalkanının Türkiye topraklarına yerleştirileceği hususunda anlaşıldığı sessiz sedasız ilan ediliyor. İlan, yaptırım kararlarının gölgesinde kalıyor ve gündem dahi olmuyor.

Emperyalizmin bölgesel bir savaşı adım adım ördüğü ve Türkiye egemen sınıfının hem Kürt sorunu başlığında yeni bir savaş konseptini uygulamaya koyarak hem de Suriye’ye karşı tavrını sertleştirerek “yurtta savaş dünyada savaş” sloganını yükselttiği şu günlerde hem ülke içerisindeki hem de bölgesel ölçekteki savaşa karşı bir barış hareketini hızla örgütlemek gerekiyor. Çünkü olası bir savaş hem Türkiye hem de bölge için bir felaket anlamına geliyor.