Paralel Devletlerin Savaşı

KCK operasyonlarının avukatlara kadar uzanışına tanıklık ettiğimiz şu günlerde yeni rejimin tetikçisi Vakit gazetesinde yayınlanan bir haberden söz ederek başlayalım istiyorum yazıya.

26 Kasım 2011 tarihli bu habere göre, 19 Ağustos 2011’de güvenlik güçleriyle girdiği çatışmada ölen PKK’nın Botan sorumlusu Ali Gezer’in üzerinde Abdullah Öcalan tarafından yazılmış bir mektup bulunmuştu mektubu iletenler ise Öcalan’ın avukatlarıydı.

Haberin, PKK eylemlerinin bizzat İmralı’nın direktifleri doğrultusunda gerçekleştiği ve bu direktiflerin PKK’ya yıllardır avukatlar aracılığıyla
iletildiği, dolayısıyla tutuklamaların meşru olduğu mesajını vermek için yap(tır)ıldığı çok açıktı.

Oysa mektup olduğu iddia edilen metin, Öcalan’ın avukatlarıyla 27 Temmuz 2011 tarihinde yaptığı görüşmenin notlarıydı ve ertesi gün de çeşitli gazetelerde ve internet sitelerinde yayınlanmıştı. Üstelik, bildiğimiz kadarıyla bu görüşmelerde Öcalan avukatlarına herhangi bir yazılı metin veremiyor, avukatlar söylenenleri dikte ediyorlardı. Ayrıca bu görüşmeler devletin gözetiminde yapılıyor, görüntü ve ses kayıt cihazlarıyla kaydediliyor, tutulan notlar da görevliler tarafından kontrol edildikten sonra avukatlara veriliyordu.

O halde operasyonların Öcalan’ın avukatlarına ve toplatılan “Öcalan’ın İmralı Günleri” kitabının da yazarı olan gazeteci Cengiz Kapmaz’a kadar uzanmasının nedeni neydi?

Bu sorunun yanıtının Bursa’daki dört yerel televizyon kanalının temsilcilerinin 24 Kasım günü Bülent Arınç’la yaptıkları röportajda saklı olduğunu söyleyebiliriz. Arınç o röportajda şöyle diyordu: “Artık İmralı- Kandil ilişkisi ortadan kalkmıştır. Talimatlar gitmemektedir ve örgütün başlarındakiler de bu konuda bir dağınıklık içindedir. Dış destek Türkiye'nin her zamankinden daha fazla yanındadır ve güvenlik güçlerimiz her zamankinden daha iyi bir noktadadır.”

Avukatların tutuklanmasının PKK ile mücadelede yürürlüğe konulan yeni konseptin bir parçası olarak gündeme geldiği anlaşılıyor. Öcalan’ın uzunca bir süredir devam eden tecrit durumunun daha da derinleştirileceğini ve Kürt hareketinin legal ve illegal bütün unsurlarına yönelik yoğun bir tutuklama dalgasının buna eşlik edeceğini tahmin edebiliyoruz. Hareketin böylelikle, koşulları AKP ve cemaat tarafından belirlenen bir barışa, “AKP-cemaat barışı”na razı olmasının hedeflendiği görülebiliyor.

Kürt hareketine dayatılmak istenenin “AKP-cemaat barışı” olduğunu söylememiz boşuna değil, çünkü KCK operasyonlarını organize eden gücün cemaat olduğuna ilişkin iddialar bizzat Kürt hareketi tarafından gündeme getiriliyor.

Tayyip Erdoğan’ın, Dersim özrünün damgasını vurduğu 24 Kasım tarihli konuşmasında gözden kaçırılan “KCK operasyonlarını destekliyorum” şeklindeki açıklaması da bu iddiaları güçlendiriyor. Erdoğan bu açıklamayı “yürütme olarak yargının ve güvenlik güçlerinin arkasındayız” anlamında yapmış olsa da, cemaatin yargı ve Emniyet içerisindeki etkinliği bilindiğine göre, verilen mesajın KCK konusunda AKP ile cemaatin tam bir uyum içerisinde çalıştıklarına yönelik olduğunu söyleyebiliriz.

Söz konusu açıklamayla, geçtiğimiz günlerde Doğu illerine yapılan Emniyet müdürü atamalarının yeni konseptin bir parçası olarak mı gerçekleştiği yoksa AKP’nin cemaate verdiği bir gözdağı mı olduğu sorusu yanıtlanırken, aynı zamanda AKP-C koalisyonunun KCK mutabakatının devam ettiğinin altı da en yetkili ağız tarafından bir kere daha çizilmiş oluyor.

Bu noktada, yazının da adını oluşturan meseleye, paralel devletlerin savaşı ile ne kastedildiğine geçebiliriz sanıyorum. 8 Şubat 2011’de bu köşede yayınlanan “Mısır: Sanıldığından da Yakın” isimli yazımda, Mısır üzerinden siyasal İslam’ın iki farklı stratejisinden söz etmiştim. Seyyid Kutub’un öncü partinin halk kitlelerini ayaklandırarak bir devrim aracılığıyla iktidara el koymasını öngören stratejisine mukabil, Hasan El Benna’nın kurduğu Müslüman Kardeşler örgütü, iktidarı kendi dayanışma ağlarını, kendi kurumlarını, kendi iktisadi aygıtlarını, bankalarını yaratarak, yani bir paralel devlet aygıtı kurarak ele geçirmeyi hedefliyordu, Müslüman Kardeşler’e göre sivil toplum alanı fethedilince devlet de buna karşı koyamayacak ve İslamileşecekti.

Geçmişten bugüne, Müslüman Kardeşler’in paralel devlet anlayışı, Türkiye de dâhil olmak üzere İslam coğrafyasındaki siyasal İslamcı hareketlerin esas stratejisi oldu. Türkiye’de, Nakşibendîliğin İskender Paşa Dergâhı kolu, yüksek bürokrasiye ve siyasete kadro yetiştirerek bu stratejinin daha elitist bir versiyonunu benimserken, Kadiriler ve Süleymancılar daha çok Diyanet İşleri Başkanlığı’nda örgütlenmeyi tercih ettiler.

Gülen cemaati ise paralel devlet stratejisini en başarılı bir şekilde hayata geçiren oluşumdu. Bir yandan devlet içerisinde kadrolaşırken, öte yandan kendi dayanışma ağlarını, medya organlarını, sağlık kurumlarını, dershanelerini, yurtlarını, okullarını ve hatta bankalarını kurmayı başardılar. Günümüzde ise paralel devlet olmaktan çıkıp bizzat devletin kendisi haline gelme eşiğindeler ve ordunun büyük ölçüde siyasi denklemin dışına çıkarılmasından sonra, bu eşiği geçmek için karşılarındaki en büyük gücün Kürt hareketi ve onun yaratmaya çalıştığı “paralel devlet” olduğunu biliyorlar.

KCK, her ne kadar Öcalan ve Karayılan tarafından ulus-devlet modelinden farklı bir model olarak nitelendirilse de, sonuçta yasaması, yürütmesi, yargısı ve silahlı gücü olan bir yönetim aygıtı projesi. Bir yandan sosyalizmin sovyetler, konseyler, meclisler, şuralar gibi geleneksel örgütlenmelerinden esinlenerek oluşturulmuş, “ikili iktidar” durumunu yaratmayı amaçlayan, öte yandan ise merkezi iktidarı talep etmemesi, otonomiye yaptığı vurgu ve ağ şeklindeki örgütsel yapısıyla Meksika’daki Zapatista hareketi ile benzerlikler taşıyan, bu nedenle de “postmodern” olarak nitelendirmemizde sakınca bulunmayan bir yapılanma.

Dolayısıyla, İslami hareketinki gibi olmasa da ortada inşa edilmek istenen bir paralel devlet, bir alternatif yönetim aygıtı var ve yaşananları paralel devletlerin savaşı olarak görmemizi gerektiren olgu işte tam da bu. KCK operasyonları, paralel devlet olmaktan çıkarak devlet haline gelme eşiğindeki cemaat ile kendi paralel yönetim aygıtını inşa etmek isteyen Kürt hareketi arasındaki savaşın şu andaki zeminini oluşturuyor.
AKP-C’nin KCK’dan paralel devlet olarak söz etmesine mukabil, Kürt hareketinin de karşısında bir paralel devlet bulunduğunun farkında olduğu görülüyor. BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş’ın "Asıl paralel devlet cemaat yapılanmasıdır. Cemaat örgütlenmesinin emrinde polis, medya, yargı gücü vardır. Devlet içinde devlet haline gelmişlerdir. Cemaatlerin liderleri bellidir seçimle iş başına gelemezler. Kimse cemaatin söylediğinin dışına çıkamaz, kimin nereye atanacağına onlar karar verir. Birileri paralel devlet arıyorsa işte budur” şeklindeki açıklaması bu farkındalığı açık bir şekilde ortaya koyuyor.

Savaşın sonucunda “AKP-cemaat barışı”nın mı, uzun senelerdir sürmekte olan mücadelenin boşa gitmediğini gösterecek “onurlu bir barış”ın mı tesis edileceği sorusu ise, sadece tarafları değil, hepimizi ilgilendiriyor.