Ortak Düşman: Kurgu mu Gerçek mi?

Başbakan Düzce’deki seçim mitinginde konuşuyor: “Bu çirkin oyunu bozun. Sandıktan öyle bir kardeşlik mesajı verin ki Kandil de Silivri de dersini alsın. Bir olursak, iri, diri olursak her tezgâhı bozarız.”

Peki bu cümlelerin Kastamonu’daki saldırının hemen ardından gelmesi bir tesadüf mü?

Yeni rejimin organik aydınlarının saldırıda “Ergenekon-PKK işbirliği”nin izini bulmalarını aklımızda tuttuğumuzda hiç de tesadüf değil.

Eğer siyaset, ittifaklar kurmanın yanı sıra bir ayrıştırma, bir düşman yaratma sanatıysa, 12 Haziran’a doğru gidilen süreçte, AKP’nin ve Erdoğan’ın bu sanatı hakkıyla icra ettiğini teslim etmemiz gerekiyor.

AKP, başta Saadet Partisi, BBP ve HAS Parti olmak üzere diğer İslami eğilimli partilere kendisinin bir kar makinesi olduğunu, yeni rejime giden yolu düzlediğini ve onların da bu düzlenen yolda kendi arkalarından gelmeleri gerektiğini kabul ettirmiş durumda. Normal şartlarda kendi partilerine oy verecek önemlice bir toplamın AKP’ye yönelmelerinin arkasında bu bulunuyor, dolayısıyla ortada adı konulmamış bir ittifak var.
Bu ittifak ise esas olarak bir “ortak düşman” ilkesine yaslanıyor. Açılım sürecini bir tasfiye projesi olarak gören Kürt hareketi, “devletin Alevi’si” olmayacağız diyen Aleviler, 1923 paradigmasına sahip çıkan cumhuriyetçiler ve AKP’yi sınıf düşmanı olarak gören sosyalistler bu ittifakın ortak düşmanı olma özelliğini taşıyor.

İşte Erdoğan, Ergenekon-Silivri hattı derken tam da bunu kastediyor, Ergenekon-Silivri hattı, kolektif bir aklı, stratejisi ve programı olan bir ortak düşmanı işaret ediyor. Buna göre, Tekel direnişinin de, yumurtalı protestoların da, YGS eylemlerinin de, Kastamonu’daki saldırının da arkasında bu ortak düşman bulunuyor ve bu ortak düşmanın amacı AKP’yi devirerek, Türkiye’nin demokratikleşmesini, gelişmesini ve kalkınmasını engellemek.

11 Eylül sonrasında ABD Başkanı Bush’un “ya bizdensiniz ya onlarla” açıklamasına benzer bir şekilde AKP, Türkiye nüfusunun önemlice bir bölümünü oluşturan Sünni-muhafazakâr halk kitlelerini bu “ortak düşman” karşısında mücadele etmeye çağırıyor. Kendi hegemonya projesine eklemleyemediği tüm unsurlar ise karşı cephede yer alıyor, düşman kategorisine dâhil ediliyor.

Demek ki bir tarafta “ak güçler” öteki tarafta ise “karanlık güçler” bulunuyor, iyilik ve kötülük birbiriyle mücadele ediyor!

Cemaatin televizyon kanalında yayınlanan “Tek Türkiye” ya da “Kollama” gibi dizilerde tam da bu mesaj verilmiyor mu? Bir yanda ülkedeki bütün “karanlık güçler”, öteki tarafta ise bir avuç özgürlük savaşçısı!

Ergenekon’un bir siyasi kurgu olduğunu biliyoruz, ancak salt bir siyasi kurgu olması yetmiyor. Kurgunun, popüler kültür araçlarının da yardımıyla bir gerçeklik halini alması gerekiyor. Bu noktada, sadece haber bültenleri, gazete manşetleri yeterli olmuyor, dizilere, sinema filmlerine ihtiyaç duyuluyor. Kurgu, bir hiper-kurguya dönüşüyor, kendisini ancak böyle etkili kılabiliyor.

Örneğin bu dizilerde DHKP-C’den Hizbullah’a, MLKP’den Hizb-ut Tahrir’e kadar bütün örgütleri tek bir merkez, yani Ergenekon kontrol ediyor ve yönlendiriyor. Örneğin, 12 Eylül mahkemelerinin “şeytana pabucunu ters giydirir” dediği Yalçın Küçük, STV dizilerinde “karanlık güçler”in temsilcisi olarak bizzat şeytanın kendisi haline geliyor, PKK’yı derin devlet adına yönetiyor.

Kurgu dünyasında yaratılan bu gerçeklik, sonrasında gerçek dünyada yaratılan bir kurgu ile örtüştürülüyor: Yalçın Küçük, dizi senaryosundaki argümanlarla tutuklanıyor, iddianameler senaryo ve senaryolar iddianame oluyor, kurgu nerede bitiyor, gerçeklik nerde başlıyor anlaşılmaz hale geliyor, ikisi birbiri içinde yok ediliyor.

Bu nedenle de, siyasetin kendisi giderek bir senaryo halini alırken, dizi senaryoları siyasetin merkezine yerleşiyor, siyasal senaryoları yazan kim, dizilerin senaryolarını yazan kim, bu ikisini ayrıştırmak imkânsızlaşıyor.

Büyük Biraderin herkesi izlediği, bu nedenle de kamera görüntülerinin ve ses kayıtlarının gündemi belirlediği siyasal bir atmosferde, siyasal alan da giderek bir dizi filme benzemeye başlıyor. Montajların, film hilelerinin, “devamı var”ların hüküm sürdüğü ve herkesin günün birinde 15 dakikalığına ünlü ve aynı zamanda rezil olabileceği bir dünya bu.

Siyasetin böyle icra edildiği bir dünyada yaşamak bir talihsizlik mi peki?

Asıl sorulması gereken bu değil de belki şudur: Asıl talihsizce olan, yeni rejimin kurgusal olarak “ortak düşman” kategorisine dâhil ettiklerinin ortaklığının kurgu olmaktan çıkıp gerçeklik halini alamaması, bir hakikate dönüşememesi değil mi?