Neşet Ertaş: Bozkırın içerisi ve dışarısı

Türkülerini anonim birer sanat eseri olarak duymuşlarsa da, Neşet Ertaş’ın sol çevreler, üniversite öğrencileri ve aydınlar arasında “elektrosaz çalan, iç Anadolulu, kavruk suratlı ve Clark Gable bıyıklı bir düğün çalgıcısı“ figürü olmaktan çıkıp, “bir geleneğin yaşayan son temsilcisi” ve “tarihsel bir değer” olarak görülmeye başlanması çok da eski değildir. Ertaş büyük şehir ahalisi tarafından 2000’lerin başında keşfedilmiştir.

Büyük şehir ahalisi tarafından keşfedilişi 2000’li yılların başına rastlasa da, Neşet Ertaş çok uzun zamandır taşrada, özellikle de İç Anadolu taşrasında, efsaneleşmiş bir şöhretin sahibiydi. Sanki orada ezelden beri rakı Neşet Ertaş eşliğinde içilir, Ertaş’ın bozlaklarıyla kederlenip ağlanılır, düğünlerde Ertaş’ın oyun havalarıyla oynanırdı.

Ertaş’ın efsane kabul edildiği taşra, gürül gürül akan derelerin, yeşili sonsuza uzanan çam ormanlarının ya da bereketli ovaların taşrası değildi. Anadolu’nun “iç”inin taşrasıydı, yani bozkırın taşrası. Bu nedenle “Çukurova’nın destancısı” Yaşar Kemal’in Neşet Ertaş’a bozkırın ozanlığını yakıştırması, onu bozkırla özdeşleştirmesi ve ondan bozkırın tezenesi olarak söz etmesi, en az romanları kadar muhteşem, en az romanları kadar gerçek ve edebidir.

Bozkır taşrasına dair bir başyapıt olarak da görebileceğimiz Bir Zamanlar Anadolu’da filminde yaklaşık iki buçuk saat boyunca duyabildiğimiz tek müziğin Neşet Ertaş’ın seslendirdiği bir türkü olması da şaşırtıcı değildir Nuri Bilge Ceylan, bozkırın bir fon müziği varsa, bu müziğin tek sahibinin Neşet Ertaş olabileceğini fark etmiştir çünkü.

Yine de bozkırın fonunda sürekli Ertaş’ın sazının ve sesinin duyulmasında, bozkırın Ertaş’ı efsaneleştirmesinde, onu sahiplenmesinde, onda kendi var oluşunun sırrını bulmasında bir tür “anomali”, bir tür “tuhaflık” vardır.

Milliyetçiliğin ve muhafazakârlığın toplumsal yaşayışın esas belirleyeni olduğu, Sünni karakteri baskın, kamusal alandan içki ve kadının itinayla dışlandığı, içki içmenin ve âşık olmanın bir suç gibi görüldüğü ve her ikisinin de ancak gizli saklı icra edilebildiği bir coğrafya, nasıl olmuş da kendisini Neşet Ertaş gibi bu belirlenimlerin dışında kalan bir figürle özdeşleştirebilmiş, onu sesi olarak kabul edebilmiştir?

Neşet Ertaş’ın iki özelliği, onu, bozkır taşrasının, sadece coğrafi olarak değil, kültürel olarak da “içeri”de olanın, “iç”i oluşturanın dışına yerleştiriyordu. İlk özelliği bir Abdal oluşuydu, yani Alevi-Bektaşiliğin diğer kolları gibi bozkırın dinsel ve etnik homojenliğini bozduğuna inanılan, camiye gitmeyen, oruç tutmayan, varlığı “içerisi” için kolayca bir tehdit algılamasına dönüşebilecek olan ve tam da bu nedenle zaman zaman tehcir ve katliamlara maruz kalanların soyundandı o.

Neşet Ertaş’ı bozkırın ruhunun dışına yerleştiren ikinci özelliği ise yine Abdal olmaktan kaynaklı bir yaşam biçiminin temsilciliğiydi. Abdallar, İç Anadolu’nun Sünni yerleşik halkının tersine göçmen karakterli, tarımın ve hayvancılığın, yani mülk sahipliğinin belirlediği bir yaşam tarzını benimsemeyen, bozkırın “çalışma etiği”nin dışında kalan ve hayatlarını çalgıcılık ve türkücülükle kazanan kimselerdi. Tam da bu nedenle Neşet Ertaş Can Dündar’ın çektiği belgeselde sevdiği kızı Abdal olduğu için kendisine vermediklerini söylüyor ve “kızını serbest bırakırsan ya davulcuya ya zurnacıya kaçar” sözünü sitem ederek hatırlatıyordu.

Peki tüm bunlara rağmen Neşet Ertaş’ın “bozkırın tezenesi” olmasının sırrı neydi? Bozkır neden bağrına basmıştı bu Abdalı? Ya da şöyle soralım: Anomaliyi normalleştiren şey neydi?

İlkin, Neşet Ertaş’ın hiçbir zaman Alevi-Bektaşi kimliğinin doğrudan belirlediği bir sanatsal üretimde bulunmamasından söz edilebilir onun müziğinde semahlara yer yoktur örneğin, çalıp söylemez. Bunun yanı sıra, 1960’lardan itibaren Alevi toplumu sol düşünce üzerinden politize olurken ve Alevi halk ozanlarının birçoğu buna uygun bir değişim yaşarken Ertaş bunun dışında kalmayı seçmişti. Bir söyleşisinde belirttiği gibi, Âşık Mahzuni ile birlikte yola çıkmışlar, ancak o farklı bir güzergâha yönelmişti, Ertaş Mahzuni’nin politikleşmesini kastediyordu, oysa kendisi bunu tercih etmemişti.

Neşet Ertaş’ın Alevilikle ve sol siyasetle belirlenmemiş sanatsal üretimi, bu üretimin merkezine isyanın ve başkaldırının hiçbir zaman yerleşmemiş oluşu fakat buna rağmen ezilmişlikten, kaybetmişlikten, fukaralık ve garibanlıktan söz edişi, bozkırın –ruhu Sünnilik ve muhafazakârlıkla biçimlenen bozkırın- onu sahiplenmesini beraberinde getirmişti. “Çoğunluğun apolitizmi”nin damgasını vurduğu bozkır, tam da bu apolitizme uygun olarak fukaralığın ve garibanlığın farkında olmak ama buna isyan etmemek, bunu tevekkülle kabul etmek demekti.

İkinci olarak söylenmesi gereken ise Neşet Ertaş’ın ve müziğinin bozkır açısından bir “sınır ihlali” olma niteliği taşımasıdır. Sünni muhafazakârlığın sınırlarını belirlediği bozkır kentleri ve kasabalarında elbette ki bu sınırların ihlaline ilişkin bir arzu ortaya çıkacaktır ve Ertaş’ın türküleri o sınır ihlali arzusunun bir yansıması olarak görülmelidir.

Ertaş’ın müziği, bozkır taşrasının nadir içkili mekânlarında oturup içmenin, siyah poşete konulan şişelerin eve kadar kimselere gösterilmeden taşınmasının, kına gecelerinde bir odaya gizlice kurulan içki sofralarının, düğünlerde votkayla karıştırılmış kola şişesinin masanın altında elden ele dolaşmasının, arabayı bir kuytuda manzaraya karşı park edip bira içmenin müziğiydi. Tüm bunlar içkiyi kriminalize eden, bir suç gibi gösteren bozkırın yazılı olmayan yasasının bir ihlaliydi ve bu ihlal en güzel Ertaş türküleri eşliğinde icra edilebiliyordu.

Aynı şekilde, kadınla erkeğin kamusal alanda bir araya gelmesini minimum seviye indirecek mekanizmaların kuşaktan kuşağa aktarıldığı, kadının esas yerinin ev olarak görüldüğü ve her türlü kamusallığın dışına itildiği, kamusal mekânların erkek mekânları olarak kurgulandığı bir coğrafyada en güç işlerden birinin, âşık olabilmenin de müziğini yapmıştı Ertaş. Bozkırda aşk da tıpkı içki gibi bir sınır ihlaliydi ve yasanın emrettiği sessizliği Ertaş’ın türküleri bozuyordu.

Bozkırın sesinin, öldüğünde memleketine, bozkırın kıraç topraklarına ve babasının mezarının hemen yanına, taşranın iktidara taşıdığı devletin yeni sahipleri tarafından Sünni geleneklerine uygun bir şekilde gömülmesinde şaşırtıcı bir yan yoktu kuşkusuz. Ancak bizim anladığımız anlamda hiçbir zaman muhalif olmamışsa da iktidar sofralarına hiç oturmamış ve bu sofralardan ikbal beklememiş bir isim olarak, kendisine devletin bir tören düzenlemesini ve hakkındaki son konuşmayı bir muktedirin yapmasını kabul eder miydi, işte bundan şüpheliyim.

Cenaze töreni her ne kadar muktedirlerin gövde gösterisine dönüştürülmeye çalışılmış olsa da, Neşet Ertaş sağlığında devletin sanatçısı, iktidarın türkücüsü olmayı açık bir şekilde reddetmişti, bu onlara dert olsun biz ise iktidar sofralarına oturmamış bu garip ozanın veda konuşmasını bir muktedirin yapmasını engelleyecek ve gariplere yakışır bir cenaze törenini düzenleyecek Türkiye’yi kuramadık, bu da bize dert olsun.