Mısır: Sanıldığından da Yakın

Osmanlı’nın 1805’te Mısır valisi olarak tanıdığı Kavalalı Mehmet Ali Paşa aydınlanmacı despotizmin imparatorluktaki ilk temsilcilerinden biriydi. Batılı devletlerle mücadele edebilmenin yolunun modern bir devlet aygıtı kurmaktan geçtiğini fark eden Mehmet Ali Paşa, zorunlu askerlik uygulamasıyla, vergi sistemine getirdiği yeniliklerle, inşasına giriştiği altyapı girişimleriyle ve modern bir bürokrasi yaratma çabasıyla Osmanlı padişahlarına da bir örnek oluşturdu. Bu nedenle Osmanlı/Türkiye modernleşme süreci Kavalalı ile başladı desek çok da abartmış olmayız.

1839’da Afganistan’da doğan Cemaleddin Afgani, İslam coğrafyasının 19.yüzyıla kadar gördüğü en ilginç şahsiyetlerden biriydi. Afgani, İslamiyet’le sömürgecilik karşıtlığını sentezlemeye çalışan düşünceleriyle ve eylemci kişiliğiyle, İran’dan Mısır’a, Hindistan’dan Osmanlı’ya kadar birçok ülkede batı emperyalizmine karşı sistematik bir düşünce geliştirmek isteyen genç aydınlar üzerinde büyük etkide bulundu.

Dönem, Osmanlı’nın gerileme sürecinde olduğu, Fransa’nın Cezayir’i işgal ettiği, Hindistan’da Moğol İmparatorluğu’nun yok olduğu, Ruslar’ın Kafkasya ve Orta Asya’ya girdiği bir dönemdi ve bu bütün İslam coğrafyasında travmatik bir etki yaratmıştı. Afgani’nin fikirlerinin genç aydınlar tarafından büyük bir hevesle benimsenmesinin nedeni tam da bu travmaya karşı bir reçete sunuyor oluşuydu.

Afgani, gündeme getirdiği “Kuran’a ve sünnete geri dönüş” düşüncesiyle günümüz siyasal İslamcılığının temelini oluşturan Selefilik anlayışının temelini attı. Bugün de siyasal İslamcı akımların hemen hepsi, İslam ülkelerinin geri kalmışlıktan kurtulmasının yolunun peygamberin ve sahabelerinin yaşadığı dönemdeki İslam anlayışına geri dönmekten geçtiğini düşünüyorlar.

Afgani hem 1870’li yıllarda hem de, hayatının son yıllarında, yani 1890’larda İstanbul’da yaşadı. Bu dönemler boyunca, Yeni Osmanlı düşüncesinde İslami öğelerin yoğun bir şekilde yer almasında da, İkinci Abdülhamit’in Panislamizm politikası üzerinde de, modern anlamda milliyetçiliğin bir ideoloji olarak ortaya çıkışında da önemli bir rol oynadı.

Afgani esas büyük etkiyi ise Mısır’da yarattı. Olivier Roy, Afgani’nin ve onun Mısırlı öğrencileri Muhammed Abduh’la Reşid Rıza’nın Selefiliğin, dolayısıyla da siyasal İslamcılığın kurucusu olduğunu söyler. Türkiye İslamcılığının sembol isimlerinden biri olan Mehmet Akif Ersoy’un cumhuriyet rejimiyle bağlarını kopardıktan sonra Mısır’a gitmesinin arkasında da Afgani ve Abduh’la olan ilişkisi vardır. İstiklal Marşı’nın yazarı bir şiirinde şöyle der: “İnkılap istiyorum ben de hem de Abduh gibi.”

Halifeliğin kaldırılışı Afgani ve Abduh’un fikirlerinin etkisinde siyasal İslamın merkezi haline gelen Mısır’da yeni bir travma yaratır, İslamcılar, hilafetin etkisizleşmiş ve işlevini kaybetmiş bir makam olduğunu bilseler de, üzerinde kimi değişiklikler yapılarak muhafaza edilebileceğini düşünmektedirler. Bu nedenle Mısır’da bir Hilafet kongresi dahi düzenlenir ama halifeliğin yeniden canlandırılması mümkün olmaz.

1928 ise siyasal İslamcılık açısından en kritik yıllardan biridir. Afgani’nin tilmizleri olan Abduh ve Reşid Rıza’nın fikirlerinden etkilenen Hasan El Benna Mısır’da Müslüman Kardeşler’i kurar. Örgüt bir süre sonra bütün Müslüman ülkelere yayılarak enternasyonalist bir karakter kazanır. Devletin nasıl ele geçirileceğine ve nasıl iktidar olunacağına ilişkin siyasal İslamcılık içi tartışma bundan sonra başlar.

Benna ve takipçileri devlet iktidarını bir kalkışmayla ya da bir devrimle ele geçirmektense “paralel devlet” stratejisini belirleyerek, kendi dayanışma ağlarını, kendi kurumlarını, kendi iktisadi aygıtlarını, bankalarını yaratmayı tercih ederler. Önce sivil toplum ele geçirilecek sonrasında ise devlet el geçirilen bu sivil topluma karşı koyamayarak İslami bir karaktere bürünecektir. Başta Gülen cemaati olmak üzere Türkiye’deki İslamcıların çoğunluğu Benna’nın “paralel devlet” stratejisini benimsemiş ve hayata geçirmişlerdir.

Müslüman Kardeşler üyesi bir başka isim, Seyyid Kutub ise böylesi reformist bir anlayış yerine, “Leninist” bir stratejiyi savunuyor, öncü partinin ve onun profesyonel devrimcilerinin halk kitlelerini ayaklandırarak bir devrimle iktidarı ele geçirmesi gerektiğini söylüyordu. Kutub’un düşünceleri İslamcıların bir bölümü üzerinde etkili olduysa da ve buna uygun birçok silahlı örgüt kurulduysa da, “paralel devlet” İslamcılığın esas stratejisi olmayı sürdürmüştür.

1952 yılında, Mısır ordusu içerisindeki “hür subaylar” isimli bir grup, Cemal Abdül Nasır’ın öncülüğünde bir darbe yaparak iktidarı ele geçirdi. Müslüman Kardeşler bu süreçte Hür Subaylarla ittifak yaptı. Ancak örgüt, darbe sonrasında, Nasır’ın “Arap sosyalizmi”ni benimsemesi nedeniyle, tasfiye edilmekten kurtulamadı. Sonradan, İran’da siyasal İslamcılar bu tasfiyeden ders çıkaracak ve devrimin hemen ardından önce davranarak sol güçleri tasfiye edeceklerdi.

Nasır’ın üçüncü dünyacılığı, Türkiye’de, hem 27 Mayıs darbesini gerçekleştirecek genç subaylar, hem de Doğan Avcıoğlu’nun Yön-Devrim hareketi için bir idol haline geldi buna göre Nasır hem anti-emperyalist bir tutum sergiliyor hem de ulusal bir sosyalizmi benimsiyordu.

1970 yılında Nasır’ın ölmesinin ardından devlet başkanı olan Enver Sedat “Arap sosyalizmi”nden vazgeçer ve hızla ABD’ye yanaşırken, ülkedeki solcu ve ilerici güçleri etkisiz hale getirmek için Müslüman Kardeşler’le bir ittifak yaptı. Böylelikle Mısır yeniden İslamileştirilirken, İslamcı kadrolarının devlete yerleşmelerinin de önü açılmış oldu.

Aynı dönem, Türkiye’de de, sola karşı, hem devletin hem de ülkücü hareketin giderek İslami bir söyleme kaydığı ve aynı zamanda İslami kadrolaşmanın önünün açıldığı bir dönemdi. Türkiye’de de Mısır’da da İslami akımlar, sol düşmanlığı üzerinde yükseldiler ve böyle kurumsallaşıp birer güç odağı haline geldiler.

SSCB’ye karşı Afganistan’da mücadele eden İslami güçler de Müslüman Kardeşler ve Suudi Arabistan tarafından desteklendiler. Binlerce siyasal İslamcı militan Müslüman Kardeşler’in örgütlü olduğu Mısır, Sudan, Ürdün gibi ülkelerden Afganistan’a gitti. Erdoğan’ın birlikte fotoğraf çektirdiği Hikmetyar’ın arkasında ABD ile birlikte Müslüman Kardeşler de vardı. 2000’lerde ise, El Kaide ve Taliban, bu desteğin gayrimeşru çocuğu olarak dünyaya geleceklerdi.

Müslüman Kardeşler AKP’nin iyi ilişkiler içerisinde olduğu HAMAS’ın kuruluşunda da büyük rol oynadı. Filistin direnişinin seküler kimliğini yitirmesinin ve giderek dinselleşmesinin gerisinde de, ABD, Müslüman Kardeşler ve Suudi Arabistan’ın olduğunu söylemek mümkün, kuşkusuz buna İsrail’i de eklemek kaydıyla.

Anlaşılacağı üzere Mısır’la Türkiye’nin bir ortak tarihini yazmak mümkün. Türkiye’yi doğru bir şekilde okumak, büyük ölçüde Ortadoğu coğrafyasında olanları anlamaktan geçiyor ve Ortadoğu’yu Türkiye’den bağımsız bir şekilde okumak mümkün görünmüyor. Türkiye solunun Filistin meselesi dışında genel olarak uzak kaldığı bu coğrafyaya daha yakından bakması gerekiyor.