Milli Sır: Koalisyonun Gizli Ortağı

Uzunca bir süredir özenle saklanan, herkesin bildiği fakat dile getirmekten özenle kaçındığı, fısıltıyla dahi dile getirmeye çalışanların ise dört duvar arasına konularak cezalandırılabildiği “milli sır”rımız yaşanan son krizle birlikte nihayet ifşa oldu.

Gazete köşelerini ve televizyon ekranlarını tutmuş liberal-muhafazakâr zevat her ne kadar eski alışkanlıklarını sürdürerek söz konusu sırrı saklamaya çalışsalar da nafile. Artık biliniyor, cemaat iktidardadır ya da iktidar cemaatlidir şunu demek istiyorum: Kâğıt üzerinde öyle değilse de, yani iktidarda resmen bir tek parti hükümeti bulunmaktaysa da, fiilen Türkiye’yi tek bir parti değil, bir koalisyon yönetmektedir ve adı da konulmuştur: AKP-C koalisyonu.

Fakat isim konulması yetmiyor, ortada bir tuhaflık var ve açıklığa kavuşturulması gerekiyor. Koalisyonun öteki ortağı bir parti değil, parti olmadığı gibi bir ittifak ilişkisini mümkün kılacak şekilde sendika, dernek, vakıf, sivil toplum kuruluşu vs. de değil. Üstelik ısrarla kendisinin siyasal bir organizasyon niteliği taşımadığını, siyaset üstü bir anlayışla hareket ettiğini, amacının ilahi bir motivasyonla topluma hizmet etmek olduğunu iddia ediyor ve gücünü de büyük ölçüde bu siyaset dışı görünme halinden alıyor.

Peki bildiğimiz siyasal örgütlenmelerin hiçbirine benzemeyen bu yapı, nasıl oluyor da koalisyonun gayri resmi ve gizli ortağı olarak Türkiye’yi yönetebiliyor, bunu hangi misyonla ve hangi mekanizmalarla yapıyor?

Soruya yanıt verebilmemiz için cemaatten çok daha önce ve başka bir ülkede -İspanya’da- kurulmuş bir tarikata, Opus Dei’ye yakından bakmamız gerekiyor. 1928 yılında İspanya’da kurulan Opus Dei, 1950’lerden itibaren İspanya siyasetinde etkin bir rol almaya başlıyor. Özellikle 1950’lerin ikinci yarısında yürürlüğe sokulan IMF orijinli iktisat politikalarının uygulanmasında ve meşruluğunun sağlanmasında tarikatın büyük etkisi olduğu biliniyor. Tarikat, bu yıllarda eğitimin yanı sıra, bankacılık, sanayi ve ticaret alanına da el atıyor ve hızla kendine bağlı şirketler oluşturuyor. Opus Dei’nin etkisi 1970’lere kadar öylesine artıyor ki, 1974’e gelindiğinde İspanya hükümetinin on dokuz bakanından onu Opus Dei üyelerinden oluşuyor. 1982 yılında iktidara geldiğinde Sosyalist Parti’nin yaptığı ilk işlerden biri, tarikatın etkisini azaltabilmek için, tarikatın kontrolünde bulunan ve İspanya’nın en büyük holdingi olan Rumasa’yı kamulaştırmak oluyor.

Opus Dei kadrolaşırken büyük sermayeye ve siyasetçilere değil, alanında uzman ve teknokrat isimlere önem veriyor ilk başlarda özellikle üniversite yönetimlerinde kadrolaşarak yurtdışı burs, doktora gibi imkânlardan yararlanıyor buna paralel olarak zamanla kendi dershanelerini, yurtlarını ve üniversitelerini kuruyor. Böylelikle hem devlet üzerindeki etkisini arttırıyor hem de partiler üstü ve siyaset üstü bir imaj yaratmayı başarıyor. Tarikat, İspanya dışında Katolikliğin yaygın olduğu Portekiz’de ve Latin Amerika ülkelerinde de CİA’nın desteğini arkasına alarak okulları aracılığıyla örgütleniyor ve bu ülkelerdeki rejimlere destek veriyor. Opus Dei’nin halen İspanya’da ve Latin Amerika ülkelerinde güçlü olduğu biliniyor. Yanı sıra Opus Dei Vatikan’da da son derece etkin bir konumda ve dinlerarası diyalog projesini yürütüyor.

Anlaşılıyor olmalı, cemaat açık bir şekilde Opus Dei modelini taklit ediyor, onun gibi örgütleniyor, onun gibi büyüyor, onun gibi siyaset yapıyor. Bu noktada başka bir benzerliğe daha değinmek gerekiyor. Opus Dei’nin 1950’den sonra İspanya’daki Franco rejiminin ideolojik hegemonyasının sağlanmasında üstlendiği işlevin bir benzerini cemaat Türkiye’de yeni rejim inşası sürecinde üstleniyor. Rejimin ihtiyaç duyduğu dindar nesiller, sadece İmam Hatip Liselerinde yetiştirilmiyor cemaatin evlerinde, dershanelerinde, yurtlarında, kolejlerinde, üniversitelerinde yeni rejimin ihtiyacı olan insan modeli “altın nesil” adı altında yeniden ve yeniden üretiliyor. Aralarından en parlak olanları devlet aygıtının önemli kurumlarında kilit noktalara getiriliyor ve başta yargı ile emniyet olmak üzere devlet aygıtının büyük bir bölümü bu nesil tarafından yönetiliyor. Birinci cumhuriyetin ordu ve bürokrasi içerisindeki unsurlarının operasyonlar ve davalar aracılığıyla bu nesil tarafından tasfiye edildiği artık biliniyor.

Fakat cemaatin işlevi sadece bununla sınırlı değil. Cemaat Türkiye’de ve yurtdışında kendi sermaye sınıfını da yaratmış durumda. TUSKON çatısı altında örgütlenen büyük sermayenin yanı sıra yüz binlerce esnaftan oluşan bir ağ da cemaat sermayesine dâhil ve bu ağ cemaatin toplumsallaşmasının, semtler ve mahallelerde örgütlenebilmesinin en önemli aracı durumunda. Burslar, dershane ve yurt masrafları, yoksullara yapılan yardımlar vs. bu esnaf ağı tarafından finanse ediliyor.

Cemaatin yeni rejim inşasındaki başka bir rolü ise sahip olduğu medya gücü. Gazetelerden, radyolardan, dergilerden, televizyon kanallarından, köşe yazarlarından, yorumculardan müteşekkil devasa bir propaganda makinesi 24 saat boyunca yeni rejimin dilini, söylemini, dünyaya, topluma ve tarihe bakışını kitlelerin zihnine işlemek için çalışıyor. AKP-cemaat koalisyonunun seçmen tabanının şekillenmesinde bu medya gücünün büyük etkisi bulunuyor.

Cemaat yurtdışındaki okulları ve lobicilik faaliyetleri aracılığıyla da Türk dış politikası üzerinde yönlendirici bir rol oynuyor. Özellikle ABD’de kurulan dernek ve vakıflar aracılığıyla (örneğin Rumi Forum) cemaatin ABD-Türkiye ilişkilerinde giderek daha belirleyici bir konuma gelmeye başladığı görülüyor.

Anlaşılıyor olmalı, ortada bildiğimiz anlamıyla bir siyasi parti ya da bir sivil toplum kuruluşu, sendika, dernek, vakıf vs. yok cemaat aynı anda bunların hepsi ve bunların hiçbiri. Gücünü siyaset üstü görünmesinden ve aynı zamanda klasik siyasal örgütlenme formlarına benzememesinden alıyor, bu gücü de onu koalisyonun gizli, kâğıt üzerinde görünmeyen ortağı haline getiriyor.

AKP-C koalisyonundaki çatlak ve gerilim, bunun nedenleri, ortakların hangi meselelerde karşı karşıya geldikleri vs. geçtiğimiz haftalarda bu köşede uzun uzun anlatıldı, dolayısıyla tekrar bunlardan bahsetmeyeceğim. Bu noktada söylenebilecek olan ise şu: Her ne kadar ortaklar aralarındaki gerilimi yumuşatmaya dair açıklamalarda bulunuyorlarsa da, gerilimin bir dip dalgası olarak mevcudiyetini devam ettirdiği anlaşılıyor. Tek bir örnekle yetinelim, bu yazının yazıldığı gün, yani 20 Şubat Pazartesi günü, İstanbul Emniyeti’nde cemaatin en örgütlü olduğu iddia edilen istihbarat, terörle mücadele ve organize suçlar dairelerinden 700 polis topluca şark hizmetine gönderildi, yani büyük bir tasfiye operasyonu yaşandı. Buna cemaatin herhangi bir tepki verip vermeyeceğini ise henüz bilmiyoruz. Ancak her halükarda, kısa vadede ortaklar arasında yeni bir güç dengesinin kurulacağını, bu dengede cemaat görece geri çekilirken AKP’nin etkinliğinin artacağını, ortaklığın ise sağlanan yeni denge ekseninde devam edeceğini söyleyebiliriz.

Son olarak, “düzen siyaseti üzerine uzun uzadıya analizlerde bulunmanın herhangi bir anlamı olup olmadığı” şeklindeki sıkça sorulan bir soruyu yanıtlayalım. Bir, “bilgi iktidardır” ve iktidarı isteyen her politik özne, rakiplerinin iktidar stratejilerine, yaşadıkları gerilimlere, aldıkları pozisyona vs.ye dair bilgiye sahip olmak zorundadır. İki, her iktidar hakikati yeniden üretir ve hegemonyasını böyle kurar. Karşı-hegemonya oluşturmak isteyenler ise hem bu hakikatin iktidara nasıl hizmet ettiğini göstermek, hem de kendi hakikatlerini üreterek onun toplumsallaşmasını sağlamak zorundadırlar, anlam buradadır.