Kurtlar Vadisi Libya: Mehdi’yi beklerken

“Zaten sonunu çok aşırı düşünen de kahraman olamaz.” Cumhurbaşkanı Yardımcısı Fuat Oktay iktidarın Doğu Akdeniz ve Libya politikalarına ilişkin olarak geçtiğimiz günlerde yaptığı bir açıklamada tamı tamına bu ifadeyi kullandı. Bilen bilir, sinema filmleri de çekilen Kurtlar Vadisi dizisinin mottosu olan bu sözün orijinal hali “sonunu düşünen kahraman olamaz” şeklindedir. Neyse ki Oktay, sorumlu bir devlet adamı olarak doğrudan böyle demedi ve “sonunu düşünen” yerine “sonunu çok aşırı düşünen” demeyi tercih etti. Sonunu hiç düşünmeyen değil, sonunu çok aşırı düşünmeyen, yani biraz da olsa düşünen bir dış politikamız olduğunu öğrenmiş olduk böylece, ne güzel. 

Öte yandan ÖSO militanları ile birlikte Libya’ya gönderileceği iddia edilen gizemli yapılanma SADAT’ın patronu ve Sarayın da askeri danışmanı olan Adnan Tanrıverdi, yönetim kurulu başkanlığını yaptığı Adaleti Savunanlar Stratejik Araştırmalar Merkezi’nin (ASSAM) Üsküdar Üniversitesi’yle birlikte düzenlediği “3. Uluslararası İslam Birliği Kongresi”nde tam olarak şunları söyledi: 

"İslam Birliği olacak mı olacak. Nasıl olacak? Mehdi Hazretleri geldiği zaman. Peki Mehdi ne zaman gelecek? Allah bilir. Peki bizim bir işimiz yok mu, ortamı hazırlamamız gerekmez mi? İşte ASSAM bunu yapıyor."

Eğer Mehdi kıyametin kopmasına çok yakın bir zamanda zuhur edecekse, İhvancı Ulusal Mutabakat Hükümeti’yle imzalanan anlaşmaya ve sonrasında Meclis’ten çıkarılan tezkereye bakarak “Yeni-Osmanlı tam da mehdiye ortam hazırlamak ve kıyametin gelişini hızlandırmak için Libya’ya asker gönderiyor” diyebilir miyiz acaba?

Hayır, elbette ki diyemeyiz. Mehdi, kıyamet falan, bunlara kendilerinin bile inandığı şüpheli. Fakat “kıyamet”i verimli bir metafor olarak kullanarak buradan kendimize bir yol açabilir ve Libya meselesi üzerine bazı şeyler söyleyebiliriz.

İktidar uzunca bir süre Doğu Akdeniz’de olan bitenleri izledi. Bölgede büyük petrol ve doğalgaz yatakları olduğuna ilişkin araştırmaların ve sonrasında yayınlanan uluslararası raporların ardından Kıbrıs, Yunanistan, İsrail, Mısır gibi ülkeler Münhasır Ekonomik Bölgeler ilan etmekten tutun da uluslararası tekellerle ve birbirleriyle anlaşmalar yapmaya kadar uzanan bir genişlikte Akdeniz’in yeraltı kaynaklarının kontrolü için çok sayıda adım attılar.

Tüm bunlar olurken bölgede İhvancı hayaller peşinde koşan iktidarın gecikmiş diyebileceğimiz hamleleri ise ancak yakın zamanda geldi. Sismik araştırma gemileri petrol ve doğalgaz arama çalışmaları yapmak için Akdeniz’e gönderildi ve buna askeri gövde gösterileri eşlik etti. Asıl önemli gelişme ise kısa süre önce yaşandı ve Libya’daki İhvancı Ulusal Mutabakat Hükümeti’yle (UMH) bir deniz anlaşması imzalandı. Bu anlaşma aracılığıyla hedeflenen, Akdeniz’de ve buradaki enerji kaynakları üzerinde hak iddia etmek için uluslararası hukuka yaslanabilmekti; çünkü iç savaş yaşanan Libya’da –tartışmalı da olsa- UMH Birleşmiş Milletler tarafından meşru olarak kabul ediliyordu, dolayısıyla bu anlaşmanın da hukuki meşruiyetinin olacağı varsayılıyordu.

Ancak ortada “küçük” bir mesele vardı: Bu hükümet kâğıt üzerinde meşru olsa da, uluslararası güçler ülkedeki diğer güç olan ve ülkenin petrol yataklarının da içerisinde bulunduğu büyük bir kısmını kontrol eden Hafter’le gayet sıkı ilişkiler kurmuş durumdaydılar ve Hafter askeri olarak daha avantajlı bir pozisyondaydı. Dolayısıyla imzalanan anlaşmanın varlığının devam edebilmesinin yolu İhvancı hükümetin varlığını devam ettirebilmesinden, İhvancı hükümetin varlığını devam ettirebilmesi ise Türkiye’nin askeri desteğinden geçiyordu.

İşte tam da bu noktada tezkere ve Libya’ya asker gönderilmesi gündeme geldi. Aslında Libya’daki savaşa çoktan müdahil olunmuştu. İddialara göre UMH güçlerine Türk subaylar eğitim veriyordu, Sancak’ın zırhlı araçları ve damadın İHA ve SİHA’ları da Hafter güçlerine karşı devredeydi. (Geçtiğimiz günlerde Rus basınında çıkan iddialara göre Türkiye ile UMH silah karşılığı petrol alışverişi yapıyordu.) Yine iddialara göre tezkere öncesinde Suriye’deki ÖSO militanlarının bir bölümü İhvancı hükümetin saflarında savaşmaları için Libya’ya gönderilmişlerdi. Ancak İhvancı hükümetin varlığını devam ettirebilmesi için bunlar yeterli değildi ve nihayet doğrudan asker gönderme gündeme geldi.

Gelelim “kıyamet” metaforuna… İktidarın uzunca bir süredir emperyal hevesler peşinde koştuğu artık çok net bir şekilde biliniyor. Bizim yeni-Osmanlıcılık olarak adlandırdığımız siyaset, sadece bir retorikten ibaret değil, somutlaştığı alanlar var. Örneğin Türkiye Suriye topraklarının ciddi bir bölümünü kontrolü altında tutuyor, valiler, kaymakamlar atıyor, okullar, devlet kurumları açıyor. “Vekil güç” diyebileceğimiz ÖSO militanlarına maaş ödüyor, silahlandırıyor, istediğinde cepheye sürüyor. İdlib’de El Kaide ve türevleriyle ortak hareket ediyor, gözlem noktaları denilen mikro üsler aracılığıyla kontrol tesis etmeye çalışıyor. Bunun dışında Somali’de, Katar’da, Irak’ta, Kosova’da, Arnavutluk’ta, Azerbaycan’da farklı ölçeklerde de olsa askeri varlık bulunduruyor, üsler açıyor, bu ülkelerin ordularına eğitim veriyor. Silah sanayinde, özellikle İHA ve SİHA alanında ciddi kabul edilmesi gereken yatırımlar yapıyor, silah ihracatını artırıyor. 

İktidarın emperyal hevesleri retorikten ibaret değil ama bunun bir sınırı var: Türkiye kapitalizmi. Türkiye kapitalizminin gelişkinliğiyle emperyal hevesler arasında bir açı bulunuyor. Sanayisinin yetersizliği, tank ve uçak üretemiyor oluşu, sıcak para akımlarına bağımlılığı, petrol ve doğalgaz sahibi olmayışı, finans ve bankacılık sektörünün sığlığı ve genel olarak ekonominin kırılganlığı bu emperyal heveslerin çoğu kez heves edenlerin kursağında kalmasıyla neticeleniyor. Son örnek olarak Barış Pınarı Harekâtı’na, buradan murat edilenle ABD ve Rusya’nın hızlı müdahalesiyle birlikte ortaya çıkan sonuca bakın örneğin, aradaki ciddi açıyı göreceksiniz.

İşte “sonunu düşünen kahraman olamaz” denilerek girişilebilecek bir Libya macerası, hele hele Süleymani sonrası Ortadoğu’da, bu açının diğer örneklerle kıyaslanamayacak kadar büyüdüğü bir hadiseye, bir “kıyamet”e dönüşebilir. Emperyalist devletlerden de bölge güçlerinden de hiçbirinin destek vermediği, başta Mısır olmak üzere bölgesel güçlerle sıcak çatışma ihtimalinin hiç de küçümsenmemesi gerektiği, başta askerlerin intikali ve hava kuvvetlerinin konuşlanması olmak üzere askeri açıdan çok ciddi zorluklar barındıran, bir iç savaşın doğrudan tarafı olmak anlamına gelen, desteklediğiniz gücün giderek zayıfladığı, iç kamuoyundaki meşruiyetini “Mustafa Kemal de Libya’ya gitmişti” ya da “Osmanlı mirası” vs. diyerek tesis edemeyeceğiniz, Suriye’deki gibi öyle kolay destek bulamayacağınız bir harekâttan bahsediyoruz çünkü. 

Tüm bunlara içeride yaşananları, büyük ekonomik krizi, hayat pahalılığının vurduğu milyonları, derinleşen yoksulluğu, toplumda biriken öfkeyi, yeni kurulan partileri, son belediye seçimlerinin gösterdiği üzere iktidarın en güçlü silahı olan sandığın artık en güçlü silah olmaktan çıkmasını ekleyelim. Manzaranın iktidar açısından sahiden bir “kıyamet”e dönüşme ihtimalinin son derece yüksek olduğu, Libya’ya asker gönderilmesinin iktidarın kıyametini yaklaştırma potansiyeli taşıdığı çok açık, hal ve gidişin nereye olduğu görülebiliyor.    

Peki ya mehdi, mehdisiz bir kıyamet düşünülebilir mi? Eğer kopacak olanın gerçek bir kıyamet olması isteniyorsa, sahte kurtarıcıların ötesinde, mehdinin gelmesi şart elbette. Ve eğer mehdi kurtuluş için gelecekse, o mehdi kendimizden, “büyük insanlık”tan, dünyayı omuzlarında taşıyanlardan, emeğinin gücüyle, alnının teriyle yaşayanlardan başka kim olabilir ki?