KHK Rejiminin Gölgesinde Kurucu Meclis ve Yeni Anayasa

AKP’nin akademisyen Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecini açıklamak için “dört restorasyon” kavramını kullanır. Buna göre, birinci restorasyon dönemi Tanzimat, ikincisi cumhuriyetin ilanı, üçüncüsü çok partili hayata geçiş ve dördüncüsü ise AKP iktidarıdır.

Her dört dönemin de ruhunu ortaya koyan metinlerin söz konusu olduğunu söyleyen Davutoğlu’na göre, Tanzimat’ı Tanzimat Fermanı, Cumhuriyet’i 1921 Anayasası, çok partili hayata geçişi Dörtlü Takrir simgelemektedir. Yapılacak olan yeni anayasa ise AKP iktidarını, yani dördüncü restorasyon dönemini sembolize edecektir.

Davutoğlu’nun tarih okumasının akademik açıdan kapsamlı bir eleştiriye muhtaç olduğu açıktır ancak bu başka bir yazının konusudur. Bu yazı bağlamında bizim için önemli olan ise AKP iktidarı ile yeni anayasa arasında Davutoğlu tarafından kurulan bağlantıdır. Davutoğlu, yeni bir anayasa olmaksızın yeni rejim inşası sürecinin tamamlanamayacağının ve tam da bu nedenle yeni anayasanın tarihsel açıdan bir zorunluluk teşkil ettiğinin farkındadır ancak yeni bir anayasayla AKP iktidarı tarihsel bağlamına oturacak ve Davutoğlu’nun tabiriyle dördüncü restorasyon döneminin anayasal ayağı tamamlanacaktır.

Yeni yasama yılının açılışında TBMM’de verilen mesajlara bakıldığında, Cumhurbaşkanından Meclis Başkanına, Başbakandan yönetim kadrolarına kadar AKP cephesinin öncelikli gündem maddesinin yeni anayasa olduğu tartışılmaz bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. AKP 2012-2013 yılları aralığındaki bir zaman diliminde, yani genel seçimlerin ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinin yapılacağı tarihin hemen öncesinde yeni anayasayı referanduma sunmayı bir hedef olarak önüne koymuş durumdadır ve bunu da çok büyük bir olasılıkla gerçekleştirecektir.

Bu noktada üzerinde durulması gereken, yeni anayasayı yapacak olması nedeniyle TBMM’ye biçilen kurucu meclis rolüdür. Meclise biçilen bu rol ise sadece AKP ve organik aydınları tarafından dile getirilmemekte, Kürt hareketinin legal kanadından kimi isimlerin de en azından bir temenni olarak kurucu meclisten söz ettikleri görülmektedir. Örneğin BDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, BDP’li vekillerle birlikte meclise gelirken yaptığı açıklamada TBMM’nin 1922 ruhuyla ve bir kurucu meclis gibi çalışması gerektiğini belirttikten sonra şöyle demiştir: “Türkiye’nin hak ettiği gerçek bir halk anayasasına, sivil bir anayasaya kavuşacağı ve herkesin kendini eşit yurttaş hissedeceği Türkiye’yi yaratma adına Meclis’e gireceğiz.”

BDP’nin meclise dönmesinin akan kanın durması adına son derece olumlu bir gelişme olduğu tartışılmayacak bir gerçekliktir. Tartışılabilecek olan ise meclisi boykot kararının ardındaki gerekçelerin hiçbirinin değişmemiş oluşudur BDP’li milletvekilleri halen cezaevindedir, KCK operasyonları yeniden başlamıştır ve sınır ötesine yönelik hava ve kara operasyonları da dâhil olmak üzere askeri çözüm seçeneği giderek güçlenmektedir.

İşte tam da bu nedenle AKP, meclise dönüşü “biz demiştik, tükürdüklerini yaladılar” şeklindeki bir söylemin parçası haline getirecek ve bunu BDP’nin meşruluğunu zedeleme ve güçsüzleştirme projesinin bir parçası olarak kullanacaktır. Daha geçtiğimiz günlerde Erdoğan “Müslüman Kürtler”i Kürt hareketine karşı direnişe çağırmıştır. Meclisin dışında Kürt hareketine yönelik siyasi ve askeri bir tasfiye süreci devam ederken meclis içerisinde de benzer bir sürecin yaşanacağını düşünmememiz için bir herhangi bir neden bulunmamaktadır.

Dolayısıyla, meclisi mücadelenin verildiği alanlardan biri haline getirmek, siyasal denkleme meclisi de dâhil etmek, soruna siyasal bir müdahalede bulunmak ve anayasa yapım sürecini politize etmek anlamında meclise dönmekle AKP’nin inşa ettiği yeni rejime anayasal payandalık yapmak arasında çok ince bir çizgi bulunmaktadır.

AKP’nin BDP’yi çizginin kendi istediği tarafına geçirmek için büyük bir çaba içerisine gireceği muhakkaktır, bu nedenle de meclisteki vekillerin belki de geçmişte hiç olmadığı kadar dikkatli bir strateji izlemeleri ve buna uygun bir şekilde hareket etmeleri gerekecektir.

Kuşkusuz aynı durum CHP için de geçerlidir eğer yeni anayasa yapım sürecinde doğru bir tutum sergileyemezse, CHP’nin payına düşen de çizginin öte yanına düşmek, yani yeni rejiminin anayasasının oluşturulması sürecinde AKP’ye koltuk değnekliği yapmak olacaktır

Kurucu olacağı ilan edilen meclisin yeni yasama yılına Kanun Hükmünde Kararnamelerin (KHK) gölgesinde girmesi ise başlı başına bir ironidir. Türkiye 3 Mayıs 2011 tarihinden beri KHK’larla yönetilmektedir ve 3 Kasım 2011 tarihine kadar da bu şekilde yönetilmeye devam edecektir. Bir önceki parlamento, dünyada eşine nadir rastlanan bir biçimde, hükümete 6 ay boyunca KHK çıkarma yetkisi vermiş ve böylelikle fiilen kendi kendini feshetmiştir.

Ülkenin kanun yerine KHK’lar aracılığıyla yönetilmesi ise aynı anda iki şeye birden işaret etmektedir: İlk olarak kuvvetler ayrılığı ilkesinin ortadan kalkmasına ve ikinci olarak ise hükümetin Anayasal denetimden kaçmasına.

İronik derken kastettiğimiz tam da böyle bir şeydir: Dekor haline gelmiş bir parlamentoyla ve kendisini anayasal yargı denetiminin dışında tutmayı başarmış bir hükümetle, bir iktidarla karşı karşıyayızdır ve şimdi aynı iktidar, hem dekor haline getirdiği bir kuruma, yani parlamentoya bir kuruculuk misyonu atfetmekte, hem de kendisini anayasayla bağlamaktan nefret ettiği halde yeni bir anayasa yapımını siyasi gündeminin en tepesine yerleştirmektedir.

Parlamentonun devre dışı bırakılması ve anayasal denetimden kaçış neo liberal ütopyanın temel unsurlarıdır ve AKP 6 ay boyunca bu ütopyayı dünyanın her tarafındaki neo liberalleri kıskandırırcasına hayata geçirmiştir hedeflenenin ise bunun sonsuza doğru uzatılması olduğu açıktır.

Bu noktada üç soru sormamız gerekmektedir bir, parlamenter karar alma süreçlerini ve anayasal yargı denetimini devre dışı bırakıp diktatoryal özlemlerini açıkça ortaya koyan bir iktidardan ve onun kontrolündeki bir parlamentodan demokratik bir anayasa beklenebilir mi?

İki, Kürt sorununda yeni bir askeri konsepti hayata geçirmeye çalıştığını açık açık iddia eden ve Kürt hareketine yönelik bir tasfiye operasyonunu adım adım uygulayan bir iktidardan sorunu çözecek eşitlikçi bir anayasa yapması beklenebilir mi?

Ve üç, bu meclis bir anayasa yapabilir ve bu nedenle de bir kurucu meclis niteliğine kavuşabilir ama esas mesele kurulacak olanın niteliği ise eğer, bu nitelik göz ardı edilerek kuruculuk işlevinin kendisi fetişleştirilebilir mi?

Yukarıda, anayasa yapım sürecini muhalefet etmenin bir parçası haline getirmekle yeni rejim inşasına payandalık etme arasında ince bir çizginin bulunacağını söylemiştik. Sözünü ettiğimiz çizginin ne tarafında olunacağını, bu üç soruya verilecek yanıtlar belirleyecektir.