İki Hatay, iki Türkiye

Şöyle bir önermeyle başlayabiliriz sanıyorum: “Hatay, yakın geleceğin Türkiye’sidir.” Bu, iki anlamda böyledir. İlkin, AKP rejiminin mantıksal sınırlarına vardığı yer olarak ve ikincisi bu rejime karşı direnişin, mücadelenin alanı olarak.

Hatay, yeni rejimin kendisini hangi idari ve söylemsel mekanizmalarla kurduğunu, bir savaş halinde bu mekanizmaların nasıl da bütün bir ülkeyi kapsayacak şekilde genişletileceğini ve rejimin otoriter niteliğinin varacağı sınırın neresi olabileceğini açık bir şekilde göstermiştir.

Bir süredir Hatay’da anayasal hakların askıya alınması anlamında fiili bir olağanüstü halin yürürlükte olduğunu söyleyebiliriz. 1 Mayıslarda, işçi-memur eylemlerinde ya da Newrozlarda rastladığımız, toplantı, yürüyüş ya da seyahat özgürlüğü gibi temel anayasal hakların kısmen ve bir ya da birkaç günlüğüne askıya alınması, Hatay’da süreklileştirilmiştir. Basın açıklamalarına dahi müdahale edilmekte, kente giriş ve çıkışlar keyfi bir şekilde engellenebilmektedir. Dolayısıyla söz konusu olan ilan edilmemiş ve süreklileşmiş bir olağanüstü haldir, yeni rejim kendisini Hatay’da böylesi bir olağanüstü hal üzerinden var edebilmiştir.

Olağanüstü halin Hatay için devreye sokulması iktidar açısından kaçınılmaz görünmektedir çünkü Suriye’de devam eden küresel savaşta yeni rejim çok açık bir şekilde emperyalist güçlerin yanında saf tutmuş, Hatay’ı da bu savaşın askeri ve lojistik üslerinden biri haline getirmiştir. El Kaide unsurlarının da aralarında bulunduğu silahlı muhaliflerin Suriye’ye Hatay’dan geçtikleri ve muhaliflere para ve silah akışının Hatay üzerinden yönlendirildiği artık herkesin bildiği bir sır niteliğindedir.

Ancak, Hatay söz konusu olduğunda, olağanüstü halin devreye sokulması kadar kaçınılmaz bir olgu daha vardır: Hatay halkının direnişi!

Bu direnişin nüveleri ve işareti ilk kez bütün çıplaklığıyla 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde yapılan eylemde görülmüştür. 1 Eylül eyleminde Hatay halkı hedefe AKP ve ABD’yi yerleştirmiş, emperyalist bir müdahaleye karşı çıkmış ve Suriye ile dayanışmasını ilan etmiştir. Zaten valiliğin fiili olağanüstü hal ilanıyla her türlü gösteri, yürüyüş ve basın açıklamasını yasaklaması da bu eylemin arkasından gelmiştir. Eylem, iktidarı fena halde korkutmuştur da diyebiliriz.

16 Eylül eylemini ise tarihsel bir an sayabiliriz. Halk fiili olağanüstü hali elinin tersiyle iterek en doğal haklarını kullanmış, buna izin vermeyen kolluk kuvvetlerine karşı ise kararlı bir şekilde direnmiştir. 16 Eylül bu açıdan hem bir kırılma noktasıdır hem de ders çıkarılması gereken bir toplumsal hadisedir çünkü Hatay’ın ve Türkiye’nin emperyalist projelerin öyle kolayca hayata geçirilemeyeceği bir yer olduğu ve savaş bahanesiyle tüm ülkeyi kapsayacak bir olağanüstü hal ilanının karşısına dikilecek toplumsal bir dinamiğin mevcudiyeti 16 Eylül günü net bir şekilde görülmüştür.

16 Eylül günü Hatay’da yaşananlar Türkiye siyasetindeki kutuplaşmayı bir kez daha ortaya koyması bakımından da son derece önemlidir. Liberallerin sağlı sollu bir şekilde, eylemi ulusalcıların organize ettiğini, mültecilerin hedef alındığını ve ırkçılık yapıldığını bağıra çağıra dile getirmeleri önemlidir. Aralarında kendilerine sosyalist ya da devrimci diyenlerin de bulunduğu bu kesim Suriye meselesinde de emperyalizmin ve gericiliğin yanında yer aldığını 16 Eylül eylemi vesilesiyle bir kez daha göstermiştir.

Liberallerin başlattığı “Suriyeli Sığınmacılar Kardeşimizdir” başlıklı imza kampanyası bu durumu mükemmel bir şekilde örneklemektedir. Mülteci kamplarının İslamcı militanlar tarafından üs olarak kullanıldığının anlaşılması ve solun bu duruma tepki göstermesi üzerine liberal sol çevrelerde üretilen “ulusalcı sosyalistler mülteci düşmanlığı ve ırkçılık yapıyorlar” şeklindeki argüman, bu imza kampanyasıyla ve 16 Eylül itibariyle güçlü bir şekilde dolaşıma sokulmuştur.

Liberal sol, “insancıl emperyalizm”in bütün kavramları tersine çevirerek kendi emellerine hizmet eder hale getirmesi yöntemini kullanarak müthiş bir çarpıtmaya ve demagojiye imza atmış, Angelina Jolie ve Ahmet Davutoğlu ile aynı saflarda durarak kendisini mültecilerin hamisi, sosyalistleri ise “ırkçı ve yabancı düşmanı” ilan edebilmiştir. Bu ilanın teorik temelleri için ise Foti Benlisoy, Doğan Tarkan ve Melih Altınok’un son bir ayda yazdıklarına bakmak yeterli olacaktır.

16 Eylül direnişi medyanın halini de bir kez daha olanca çıplaklığıyla ortaya sermiştir. Saatlerce süren olaylarla ilgili olarak yandaşı ve yandaş olmayanıyla merkez medyada herhangi bir habere rastlamak mümkün olmamış, günün ilerleyen saatlerinde ise “1500 kişinin katıldığı izinsiz gösteri” Hatay’la ilgili haberlerin ana temasını oluşturmuştur. Oysa eylemde 1500’ü kat kat aşan bir kalabalık toplanmıştır ve eylem izinsiz değildir, çünkü anayasal bir hak olarak eylem yapmak için izin almaya gerek bulunmamaktadır.

16 Eylül günü Hatay’da birbirine tamamen zıt iki Hatay tasavvuru göğüs göğüse gelmiştir. Bir tarafta komşu bir ülkedeki iç savaşı besleyen ve büyüten, CIA ajanlarının cirit attığı, El Kaide militanlarının terör estirdiği bir Hatay öte yanda barıştan ve kardeşçe bir arada yaşamaktan söz eden, emperyalizme ve müttefiki gericiliğe karşı direnen, yeni rejime teslim olmayan bir Hatay.

Onlar tüm Türkiye’yi kendi tasavvurlarına uygun bir şekilde Hataylaştırmak istiyorlar, biz ise kendi tasavvurumuza göre. İki Hatay’ın mücadelesi aynı zamanda iki Türkiye’nin de mücadelesi olacak.