Hapishaneleştirilen Hayat ve “Hadım” Yasası

Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm isimli kitabında İngiliz filozof Jeremy Bentham’la ilgili olarak şu satırları yazar: “Bentham’ın Panopticon’u, yalnızca ‘haydutları öğütüp, namuslu, aylakları öğütüp çalışkan yapan bir çark’ değildi, aynı zamanda İngiltere Merkez Bankası gibi kâr payı dağıtan bir kurumdu. Desteklediği birbirinden son derece farklı projeler arasında şunlar vardı: Geliştirilmiş bir patent sistemi, limited şirketler, on yılda bir yapılacak nüfus sayımı, Sağlık Bakanlığı kurulması, tasarrufları yaygınlaştırmak için faiz getiren senetler, sebze ve meyveler için buzhaneler, mahkûm emeği veya yardım alan yoksulların emeğinden yararlanarak yeni tekniklerle çalışan silah fabrikaları, orta sınıfın üst kademelerine faydacılık dersi veren bir okul, gayrimenkul tapu kayıtları, bir kamu muhasebesi sistemi, kamu eğitimi reformları, tefeciliğin kaldırılması, sömürgelerden vazgeçilmesi, yoksulların artışını önlemek için doğum kontrol yöntemlerinin kullanılması, Atlantik ile Pasifik’in bir hisseli şirket yardımıyla birleştirilmesi ve daha başkaları.” (s. 180)

Mahkûmların, bir gözetleme kulesinden, gözleyenleri görmeksizin gözetlenebilmelerini ve böylelikle bir tür oto-disiplin geliştirmelerini öngören bir cezaevi projesi olan Panopticon’un, emeğin, toprağın ve paranın meta haline getirilip insan doğasına aykırı bir piyasa sistemi kurulma sürecinin bütününe yayılmış bir mekanizma haline gelmesinde şaşırtıcı bir yan bulunmuyor. Piyasa sisteminin kurulabilmesi için biyo-politika, yani bedenlerin ve nüfusun kontrolü zorunlu hale geliyor, piyasa toplumunda hapishane ile fabrika eşzamanlı olarak ve aynı mantığın ürünü olarak ortaya çıkıyor. Marx, Kapital’in 1. Cildinde bu durumu şöyle anlatıyor: “İşçinin, emek araçlarının tekdüze hareketlerine teknik bakımından bağlı oluşu ile, her iki cinsiyetten ve her yaştan bireyleri içersinde toplayan işçi topluluğunun kendine özgü yapısı, fabrikada tam bir sistem halini alan bir kışla disiplini yaratarak daha önce de sözü edilen denetim ve gözcülük işini ayrı bir uğraş haline getirir ve böylece, çalışanları, işçiler ve gözcüler ya da sanayi ordusunun erleri ve çavuşları diye sınıflara bölmüş olur. (…) Fabrika sistemiyle, sanki bir yerde yetiştirilmiş gibi olgunlaşan ve güçlenen toplumsal üretim araçlarında sağlanan tasarruf sermayenin ellerinde, işçinin çalışırken yaşamı için zorunlu şeyi, sistemli bir soygunculuğa dönüştürür yer, ışık, hava ve üretim sürecinin beraberinde getirdiği tehlikelere karşı onun yaşamını korumak için alınacak her türlü önlem üzerinde aynı soygun yapılır, işçinin rahatlığı için gerekli şeyler üzerindeki soygunun burada hiç sözünü etmiyoruz. Fourier, fabrikaları ‘ıslah edilmiş hapishaneler’ diye adlandırdığında haksız mıydı?” (s. 406-409, italik bana ait)

James W. Bernauer’in “Foucault’nun Özgürlük Serüveni” (Ayrıntı Yayınları, 2005) isimli çalışmasında belirttiği gibi, “Bentham’ın ‘panoptikon’u toplumun siyasi teknolojisi ile hapishane kurumunun kesişiminin muhteşem bir imgesini sunuyor ve bu teknolojinin hedeflerini ortaya koyuyor”du. (s.230) Bernauer, Foucault’ya atıfla, bu teknolojinin üç ana unsurdan oluştuğunu söylüyor: “bireylerin yerleştirildiği mekân ister bir askeri kamp, ister işçi sınıfına ait bir konut projesi, isterse de bir okul olsun, mutlaka hiyerarşik bir gözetim” bulunuyor. İkincisi, “bu mekânlar normlara uyulup uyulmadığına ilişkin yargıların sürekli boy göstermesiyle” aydınlanıyor. Ve son olarak “yapılan yoklamalar bu iki tekniği somutlaştırıp” birleştiriyor ve “böylece talimdeki başarı ve bireyin ne kadar yol aldığı” ölçülmüş oluyor. (s.232)

Disiplinci iktidar bir köleleştirme ya da asetizm (çilecilik) rejimi değil ve esas olarak başka bir hedefi bulunuyor: “Bedeni hep daha fazla uysallaştıran süreçler sayesinde bedenden en yüksek verimi almak. Bedenin siyasi anatomisi bedeni daha da itaatkârlaştırmak suretiyle onun gücünü artırmaya, onu daha da faydalı kılmaya ve ama aynı zamanda da onun siyasal gücünü azaltmaya çalışmaktadır. Kısacası, ‘iktidarı bedenden koparıyor’ ve daha fazla yetenek ile daha fazla tahakkümü’ bedende kesiştiriyor.” S. 232)

Piyasa Egemenliğinin Cisimleştiği Kurum: Hapishane
Hapishanenin Doğuşu’nun Birinci Ayrım’ında Foucault, bedenle iktidar arasındaki ilişkiyi açık bir şekilde ortaya koyuyor. Bedenin siyasal bir alanını içine doğrudan dalmış durumda olduğunu söyleyen Foucault’ya göre “iktidar ilişkileri onun [bedenin F.Y] üzerinde doğrudan bir müdahale meydana getirmektedirler onu kuşatmakta, damgalamakta, terbiye etmekte, ona azap çektirmekte, onu işe koşmakta, törenlere zorlamakta, ondan işaretler talep etmektedir. Bedenin bu siyasal olarak kuşatılması, karmaşık ve karşılıklı ilişkilere göre onun ekonomik kullanımına bağlıdır bedenin iktidar ve egemenlik ilişkileri tarafından kuşatılmasının nedeni, büyük ölçüde üretim gücü olmasından kaynaklanmaktadır fakat buna karşılık bedenin işgücü olarak oluşması ancak, onun bir tabiyet ilişkisi içine alınması halinde mümkündür (burada ihtiyaç aynı zamanda özenle düzenlenen, hesaplanan ve kullanılan siyasal bir araçtır) beden ancak hem üretken beden hem de tabi kılınmış beden olduğunda yararlı bir güç haline gelebilmektedir.” (s.63, italik bana ait)

Foucault’ya göre mahkûm “siyasal alanın en karanlık bölgesinde” bulunuyor ve cezalandırma tekniklerinin siyasal bedenin tarihi içine yerleştirilmesi gerekiyor. Eski Rejim’in cezalandırma pratikleri, azap çektirme, işkence etme, halkın da katıldığı infaz törenleri şeklinde gerçekleşir ve böylelikle hükümdarın iktidarı, suçun, hükümdarın varlığına yönelik olduğu imgesine başvurularak güçlendirilirken, kapitalizmle birlikte yeni bir cezalandırma pratikleri mekanizmasına geçiliyor., suç artık hükümdara değil bütün bir topluma işlenmiş olarak kabul ediliyor ve cezalandırma pratikleri daha rafine bir hal alıyor, iktidar görünmezleşiyor. Disiplinci iktidarın simgesi olarak Panopticon, “tutukluda iktidarın otomatik işleyişini sağlayan bilinçli ve sürekli bir görülebilirlik halini” yaratmayı hedefliyor, böylece gözetim altında tutma, “eylemi itibariyle kesintili olsa bile, sonuçları itibariyle sürekli hale geliyor böylelikle “iktidarı icra edeninkinden bağımsız bir iktidar ilişkisini yaratan ve destekleyen bir makine” ortaya çıkıyor. “Kısacası tutukluların bizzat kendilerinin de taşıyıcısı oldukları bir iktidar durumunun içine alınmaları” sağlanmış oluyor. (s.297) Panopticon piyasa toplumunun düzenleyici mekanizması ve piyasa iktidarının temsili haline geliyor ve böylelikle, “mahkûmu iyi davranmaya, deliyi sakin olmaya, işçiyi çalışmaya, okul çocuğunu özenli olmaya, hastayı tedaviye uymaya zorlamak için güç kullanmaya” gerek kalmıyor. (s.299)

Foucault, yeni iktidarın ve cezalandırma pratiklerinin bedenlerin üretimi ve birikimini düzenlemeyi hedeflediğini söylüyor ve bunun da sermaye birikiminden ayrıştırılamayacağını vurguluyor: “İnsan birikimi ve sermaye birikimi gibi iki süreç, fiili durumda birbirlerinden ayrılmaz niteliktedir eğer hem insanları besleyecek hem de onlardan yararlanacak bir üretim aygıtının gelişmesi olmasaydı, insanların birikimi sorununu çözmek mümkün olamazdı bunun tersine insanların birikimli çoğulluğunu yararlı kılan teknikler de, sermaye birikimi hareketine ivme vermektedir. Daha az bir genel düzeyde, üretim aygıtındaki sıçramalar, işbölümü ve disiplin usullerinin yoğrulmaları, aralarında çok sıkı bir ilişkiler bütününe sahip olmuşlardır.” (s.323)

Hapishanenin işlevselliği, piyasa sisteminin ve disiplinci iktidarın cisimleştiği kurum olmasından kaynaklanıyor. Foucault’nun da dediği gibi “hapishane kapatırken, yeniden terbiye ederken, itaatkâr hale getirirken, yalnızca biraz daha vurgulu hale getirerek, toplumsal bünyede zaten var olan tüm mekanizmaları yeniden üretmekten başka bir şey yapıyor olmasaydı hemen kabul görür müydü? Hapishane: biraz daha sıkı bir kışla, hoşgörüsüz bir okul, iç karartıcı bir atölyedir, ama limitte bunlardan niteliksel olarak hiçbir farkı yoktur. Bu çifte temel –bir yandan hukuki-ekonomik, diğer yandan teknik-disiplinsel-, hapishaneyi bütün cezaların en dolaysız ve en uygunu olarak ortaya çıkarmıştır. Ve onla sağlamlığını hemen sağlayan şey işte bu çifte işleyişi olmuştur.” (s. 338)

20 Aralık 2000’de “Hayata Dönüş” adı verilen bir operasyonla onlarcası öldürülerek, birer Panopticon niteliğindeki F tipi hücrelere konulan ve bedenleri üzerinden teslim alınmak istenen mahkûmlarla, hayatın bütünün piyasa diktatörlüğüne tabi kılınması ve bir Panopticon haline gelişi arasında bir bağlantı bulunuyor mu? Bu soruya Polanyi’nin, Marx’ın ve Foucault’nun yazdıklarına bakarak evet yanıtını vermemiz mümkün görünüyor. Hayata Dönüş, biyo-politiğin yalnızca siyasi mahkûmların üzerinde icra edildiği bir iktidar pratiğine değil, yaşamın F tipileştirilmesine, vatandaşlık numaralarıyla, kamera sistemleriyle, her türlü elektronik yazışmanın izlenebilmesi ile birlikte devasa bir Panopticon haline getirilmesine işaret ediyor.

Dün Meclis Adalet Komisyonu’ndan geçen “hadım” yasa tasarısı da benzer bir iktidar pratiğine işaret ediyor. Mahkûmun biyolojik varlığı, yani bedeni tedavi ya da ıslah adı altında bütünüyle iktidarın tasarrufu altına sokuluyor. Böylelikle, kadın bedenini bir tahrik unsuru olarak gören ve erkeğin o beden üzerindeki cinsel tahakkümünü meşrulaştıran toplumsal algı yeniden üretildiği gibi, hem “suç”, toplumsal niteliğinden arındırılarak tıbben tedavi edilebilir bir hastalık durumuna indirgeniyor, hem de suçun bağlamına göre değişen “tedavi” yöntemlerinin devreye sokulabilmesi mümkün hale geliyor.

Bugün tecavüzcülere ya da çocuk tacizcilerine yönelik bu ilaç tedavisinin, rejim giderek daha da otoriter bir karakter kazanırken ve hayatın kendisi giderek hapishaneleşirken, siyasi mahkûmlara yönelmeyeceğinin, sosyalist ya da rejim muhalif olmanın bir hastalık, bir psikolojik rahatsızlık olarak tarif edilmeyeceğinin ve böylelikle hapishanedeki siyasi mahkûmlara yönelik bir tedavi sürecinin başlatılmayacağının bir garantisi var mı? Bu sorunun yanıtının “hayır” olduğunu biliyorsak, işlenen suç ne olursa olsun, cezalandırmanın kendisinin bir tedavi süreci haline getirilmesine karşı çıkmamız da gerekiyor demektir.