Dönüşümü Anlamak

Türkiye’nin son sekiz yılını, emperyalizmin istekleri doğrultusunda yaşanan bir dönüşüm süreci olarak görmek ve öyle değerlendirmek gerektiğini artık biliyoruz.

Bununla beraber, gözden kaçırılmaması gereken iki nokta bulunuyor:

Birincisi, bir tür komploculuğa yaslanılmaması gerekliliği.

Yani bu dönüşümü Washington’da birkaç kişi tarafından yazılmış ve sonra da Türkiye’deki işbirlikçiler tarafından hayata geçirilmiş bir plan olarak görmemeliyiz.

Dönüşüm, küresel kapitalizmin yönelimlerine uygun bir şekilde ve küresel kapitalizm ile Türkiye egemen sınıfının eşgüdümü içerisinde gerçekleşiyor.

Günümüz dünyasında kapitalizmin varlığını devam ettirebilmesi için, ulus-devletlerin egemenliklerinin bir bölümünü yerelliklerde ve bir bölümünü ise ulus-üstü düzlemlerde devretmelerini gerekiyor.

Hem âdem-i merkeziyetçilik hem de, örneğin AB gibi ulus-üstü oluşumlar, bu gerekliliğin bir sonucu olarak ortaya çıkıyor.

Bütün kapitalist ulus-devletler gibi, Türkiye de tam bunu yapıyor egemenlik haklarının bir bölümünden, kapitalizmin çıkarlarına uygun bir şekilde, vazgeçiyor.

Dolayısıyla ortada Türkiye için hazırlanmış bir komplo yok kapitalizm kendini dönüştürüyor ve kapitalizmin elindeki en önemli aygıtın, yani devletin, bu dönüşüm sürecine uyarlanması gerekiyor.

Gözden kaçırılmaması gereken ikinci nokta, dönüşüm sürecinin AKP ile başlamamış olması.

AKP, 24 Ocak Kararları ve 12 Eylül darbesi ile başlamış bir süreci nihayetlendiriyor. Türkiye’nin, uluslararası sisteme liberalleştirilmiş bir ekonomiyle, imha edilmiş bir sol muhalefetle ve muhafazakârlaştırılmış bir toplumla eklemlenmesi projesi, AKP döneminde başlamıyor belki ama AKP bu projeyi kusursuz bir şekilde hayata geçirme iradesiyle iktidara geliyor ve bunda büyük ölçüde başarılı da oluyor.

Demek ki Türkiye’ye bakarken dünyaya, ve dünyaya bakarken Türkiye’ye bakmak gerekiyor.

Türkiye, ve öncesinde Osmanlı, uluslararası sistemin köklü dönüşüm süreçlerine hiçbir şekilde yabancı kalmıyor, Osmanlı ve Türkiye yönetici sınıfları her dönemde, ülkeyi bu dönüşüm sürecine uyarlamayı başarıyor.

Serbest ticaretin ve liberalizmin gözde olduğu dönemlerde yönetici sınıf, serbest ticaret yanlısı ve liberal bir kimlik ediniyor. Devletçi ve korumacı politikaların ön plana çıktığı dönemler ise, özellikle küçük burjuva radikalizminin iktidar bloğundaki gücünü arttırdığı dönemler olarak tezahür ediyor.

Son sekiz yılda yaşanan dönüşümü de bu şekilde, yani yönetici sınıfın uluslararası kapitalizme uyarlanma sürecinin bir parçası olarak değerlendirmek gerekiyor.

1997 Asya Krizi’nin ardından uluslararası kapitalizm, devleti yeniden keşfeder ve piyasa ekonomisinin daha sağlıklı bir şekilde işleyebilmesi için devlete çok önemli roller yüklerken, bu süreçten en çok IMF ve Dünya Bankası üyesi “azgelişmiş” ülkeler etkileniyor.

IMF ve DB, bu ülkelere, eğer borçlanmaya devam etmek istiyorlarsa, ekonomilerini uluslararası kapitalizmle “uyumlu” hale getirmeleri gerektiğini söylüyor ve bu ülkelerin egemen sınıflarıyla birlikte ülke ekonomileri dünya sistemine uyumlu bir hale getiriliyor.

Bu süreçte, Merkez Bankası hükümetlerden bağımsızlaştırılıyor, özerk kurullar kurularak ekonomi yönetimi teknokratlaştırılıyor ve böylece ekonomi siyasetin müdahale edemeyeceği, kendi kuralları olan bir alan haline getiriliyor.

Böylelikle siyaset “ekmeği nasıl bölüşeceğiz” sorusunu gündeminden çıkarmış oluyor böylelikle devletin sınıf mücadelelerin nihayetlendirileceği bir alan olmasının önüne geçilmek isteniyor.

Bunun yanı sıra, sermayenin dolaşım hızına uyum sağlayabilsin diye, burjuva demokrasisi törpüleniyor, terbiye ediliyor. Parlamentolar karar alma süreçlerinden dışlanır ve etkisizleştirilirken, yürütme güçlendiriliyor, yargının kamusal olan lehine ve piyasa aleyhine karar verebilme gücü elinden alınıyor.

Türkiye gibi bir ülkenin böylesi bir dönüşüm sürecinin dışında kalması söz konusu olmadığından, süreç Türkiye’de de birebir yaşanıyor.

2000’lerin başında, DSP-MHP-ANAP hükümeti döneminde, özellikle Kemal Derviş’in Türkiye’ye gelişiyle başlayan dönüşüm süreci, AKP döneminde büyük bir ivme kazanıyor. AKP, Türkiye’nin neoliberal dönüşümünü tamamlayan bir parti olarak karşımıza çıkıyor.

Dolayısıyla, ilk olarak şunu söylemek gerekiyor: Türkiye’de yaşanmakta olan süreç, kendine özgü nitelikler taşımakla birlikte, uluslararası sistemin dönüşümünden, küresel kapitalizmin kendisini gezegen ölçeğinde yeniden üretebilme mücadelesinden bağımsız bir şekilde anlaşılabilecek bir süreç değil. Süreci komplocu bir bakış açısıyla değil, bu şekilde analiz etmek daha sağlıklı görünüyor.

İkinci söylenmesi gereken ise AKP iktidarının bir kopuş olarak değil de, bir kopuş-süreklilik diyalektiği içersinde değerlendirilmesi gerekliliği.

AKP, hiç şüphesiz ki, yeni bir rejim, yeni bir cumhuriyet kuruyor ama bu rejimi birincisinin anti-tezi olarak görmemek gerekiyor.

AKP’nin kurduğu rejim, eskisiyle, emperyalizme bağımlılık, solun baskı altında tutulması, emekçi sınıfların bir özne olarak siyaset sahnesine çıkmasının engellenmesi gibi kimi başlıklarda, bir süreklilik gösteriyor.

O halde ikinci cumhuriyeti ya da yeni rejimi, eski rejimden mutlak bir kopuş olarak değil, kopuşu ve sürekliliği bünyesinde taşıyan bir inşa süreci olarak görmek gerekiyor.

Yeni rejim, eskisinin en gerici unsurları üzerinde yükseliyor ve kendisini ancak böyle var edebiliyor.

Liberaller ve muhafazakârlar kurmak istedikleri hegemonyanın bir parçası olarak, tarihi yeniden yazıyorlar. Kendisini bunun karşısında konumlandıran ve bir karşı-hegemonyayı inşa etmek isteyenlerin, başka şeylerin yanı sıra, bu tarihyazımının karşısına kendi tarihyazımlarıyla da çıkmaları gerekiyor. Çünkü “hakikat” üzerine verilen bir mücadele olmadığı sürece sınıf mücadelesi herhangi bir anlam taşımıyor.