Davalarla Kurulan Rejim, İddianamelerle Yazılan Tarih

İleride “davalar dönemi” olarak adlandırılabilecek bir süreçten geçiyoruz. Yeni rejimin inşa sürecinde davalar hem eski rejimin güçlerini tasfiye etmek hem de yeni rejime muhalif bütün unsurları etkisizleştirmek amacıyla kullanılıyor.

Fakat davalar sadece buna hizmet etmiyor aynı zamanda yeni rejimin ideolojik hegemonyası da bu davalar aracılığıyla kuruluyor. Davalara dayanak oluşturan iddianamelerle Türkiye tarihi yeniden yazılıyor, cumhuriyet, demokrasi, milli irade, sağ, sol, özgürlük vb. bütün politik terimler yeniden tanımlanıyor.

Eğer her yeni rejim inşasının aynı zamanda yeni bir söylem inşası olduğunu biliyorsak, eğer her iktidarın kendine ait bir dil kurması zorunluluk teşkil ediyorsa, Türkiye’de kurulmakta olan rejimin söylemi ve dilinin de iddianameler aracılığıyla oluşturulduğunu söylememiz mümkün görünüyor.

Türkiye tarihine ve toplumuna dair liberal ve muhafazakâr akademik/entelektüel çevrelerde üretilen tezler, bu iddianamelerin çatısını oluşturuyor. Ardından aynı tezler, yaygın medya gücü sayesinde popüler dile tercüme edilerek halka sunuluyor. Televizyonlardan, radyolardan, gazetelerden, köşe yazılarından, bu dil aracılığıyla kurulmuş cümleler toplumun zihnine nakşediliyor.

Bu tezlerin neler olduğu artık az çok biliniyor: Bir yanda jakoben, elitist, vesayetçi rejim, öte yanda ise liberaller ve muhafazakarlardan oluşan milli iradenin temsilcisi demokrasi güçleri bir yanda ceberut devlet, öte yanda mazlum mütedeyyin halk kitleleri bir yanda merkez, öte yanda çevre bulunuyor ve Türkiye tarihi de bunların arasındaki mücadelelerin tarihi olarak şekilleniyor. Tarihe yönelik böylesi bir okumada sınıflar yok, sınıf mücadelesi yok, sermaye birikim modelleri, dünya sistemine eklemlenme projeleri, emperyalizm vs. yok devletle toplum, merkezle çevre arasında süregiden bir mücadele var.

Yine bu tezlere göre, Türkiye solu İttihatçı gelenekten gelen, darbe peşinde koşan, ulusalcı, devletçi bir karaktere sahipken Menderes’ten Özal’a ve Erdoğan’a uzanan çizgi, yani Türk sağı, demokrat, sivil ve çoğulcu bir nitelik taşıyor. Ya da başka bir örnek vermek gerekirse, ülkücüler de en az sosyalistler kadar 12 Eylül rejiminin mağduru konumundalar, derin güçler darbeye giden süreçte hem sosyalistleri hem de ülkücüleri kullanıyor ve sonra da hapishanelere dolduruyorlar, işkence ediyorlar ve onları idama gönderiyorlar.

“Davalar dönemi”nin son halkası, “yetmez ama evet”çileri referandumda verdikleri evet oyunun kendilerini düşürdüğü politik sefalet konumundan bir süreliğine de olsa kurtarmayı başaran 12 Eylül davası. 12 Eylül’le hesaplaşma iddiasıyla Tahsin Şahinkaya’ya ve Kenan Evren’e açılan davanın iddianamesine bakıldığında göze çarpan dipnotlar ve kaynakça, iddianamenin “bilimsel” olmak gibi bir kaygıyla yazıldığını gösteriyor ancak söz konusu dipnotlar ve kaynakça, iddianameyi çok kötü yazılmış bir master tezinin ötesine geçirmeye yetmiyor.

Kuşkusuz burada liberalizm, marksizm, demokrasi ya da özgürlük kavramları üzerine bir tartışmaya girmeyeceğiz. Ancak üzerine inşa edildiği bakış açısını anlayabilmek açısından iddianamedeki demokrasi ile ilgili şu satırları okumak gerekiyor:

“Demokrasinin gelişim sürecinde birbiriyle bağdaşmayan, birbirine zıt iki ayrı demokrasi anlayışı ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilkine klasik demokrasi veya çoğulcu demokrasi ya da batı demokrasisi, ikincisine ise Marksist ya da sosyalist demokrasi denilmektedir. Çoğulcu demokrasi ideal özgürlüğe yine özgürlük yolu ile ulaşmayı amaçlayan bir rejimdir. Bu rejimde özgürlük hem amaç hem de araçtır. Marksist demokrasi rejiminde ise özgürlük, bir araç değil sadece varılması gereken bir amaçtır. Bu amaca özgürlük kanalı ile değil ancak proletarya diktatörlüğü ile ulaşılabilir.”

Liberal bir perspektifle açılan iddianamenin gidişatında da bu perspektife uyulduğu görülüyor. Türkiye tarihi bürokrasi ile sivil güçler arasındaki mücadelenin tarihi olarak okunuyor ve hem 61 hem de 82 anayasalarında egemenliğin TBMM’ye tek başına verilmeyip, TBMM dışındaki organlara da paylaştırıldığı söyleniyor. Bu ise iddianameye göre şuna işaret ediyor:

“Bu durum, mevcut sistemimizde tam demokrasinin halen içselleştirilemediğini, gücünü milletten almayan, seçimle işbaşına gelmemiş bürokrasinin bir şekilde ipleri elinde tutmak istediğinin göstergesidir. Bu kesimler şeklen demokrat görünmekle birlikte, işler kendilerinin veya ideolojisine hizmet etmiş oldukları güç odaklarının istediği gibi gitmediği takdirde demokratik yönetime müdahale yollarını aramaya başlarlar. Bunun içinde sürekli sistemde kendilerine bu imkânı sağlayacak boşluklar bulunmasını arzu ederler. İstedikleri ortama demokrasi dışı yollarla ulaşmak gerekiyorsa derhal o oluşum ve çalışmaların yanında yer alırlar.”

Anlaşılıyor olmalı, iddianameye göre Türkiye’de darbeler, bürokrasinin işleri “kendi istediği gibi gitmediği takdirde” gerçekleşiyor, 12 Eylül de bunun bir örneğini teşkil ediyor. Derin güçler, 12 Eylül öncesinde “darbeye zemin hazırlamak için” çeşitli “terör” eylemleri gerçekleştiriyorlar. 1 Mayıs 1977 Katliamı, 16 Mart Katliamı, Bahçelievler Katliamı, Maraş katliamı, hepsi bu darbeci derin güçler tarafından tertipleniyor.

İddianamenin üzerine inşa edildiği bakış açısı, 1980 öncesi Türkiye’sinin iktisadi, siyasi ve toplumsal yapısını bilinçli bir şekilde görmezden geliyor. İddianamede, tıpkı liberal-muhafazakâr tarihyazımında olduğu gibi, sınıflar, sınıf mücadeleleri, emperyalizmin rolü vs. bulunmuyor. Türkiye toplumunun 1980 öncesi nasıl hızla politize olduğundan, sol güçlerin ve işçi sınıfı hareketinin yükselişinden, bu yükselişin karşısına bir sokak gücü olarak çıkarılan faşist hareketten, devletin güvenlik aygıtıyla Gladio ve faşist hareket arasındaki işbirliğinden ve katliamların arkasında bu işbirliğinin olduğundan hiçbir şekilde bahsedilmiyor.

Aynı şekilde, 1980 öncesinde Türkiye kapitalizminin yaşadığı kriz de, bu krize bir yanıt arayışı olarak gündeme getirilen ve Turgut Özal’ın mimarı olduğu 24 Ocak Kararları da iddianamede yer almıyor. Oysa 12 Eylül’ün gerisindeki en önemli nedenlerden birinin, normal koşullarda hayata geçirilemeyecek olan neoliberal 24 Ocak Kararları olduğu biliniyor. Türkiye burjuvazisi, ücretleri donduran, KİT ürünlerine büyük zamlar yapan, TL’nin değerini düşüren ve böylelikle halkı yoksullaştıran bu kararların ancak olağanüstü bir rejim altında uygulanabileceğinin farkında olduğundan darbeyi destekliyor. Benzer bir şekilde ABD’de de İran’daki İslam devriminin ardından Türkiye’nin de Atlantik ekseninden kopmaması için darbe sürecine aktif bir şekilde katılıyor.

İddianamenin perspektifinde bunların hiçbiri bulunmuyor bizden, 12 Eylül’ün, tek amacı darbe yapmak olan bir grup kötü kalpli general ve bürokrat tarafından gerçekleştirildiğine hesaplaşmanın da bu bir grup kötü adamla ve onların zihniyetiyle yapılması gerektiğine inanmamız isteniyor. Oysa 12 Eylül’le hesaplaşmak, 24 Ocak Kararları’yla, neoliberalizmle, Turgut Özal’la, TÜSİAD’la, TİSK’le, MESS’le, Gladio’yla, faşist hareketle, ABD’yle, Aydınlar Ocağı’yla, Türk-İslam Sentezi’yle hesaplaşmak anlamına geliyor. Bu hesaplaşmanın, temelleri 12 Eylül’de atılan yeni rejimden demokrasi bekleyerek gerçekleşmeyeceği ise ortada.