Cumhuriyet: Uzun bir intiharın kısa hikâyesi

29 Ekim 2010 günü düzenlenen törenleri, resepsiyonları, etkinlikleri bir tür nostalji olarak görmek gerekiyor. Askerler, devlet adamları, bürokratlar, aslında çoktan öldüğünü bildikleri cumhuriyetin 87. yılını kutlamıyorlar, cumhuriyeti anıyorlar, yaptıkları budur.

Peki çöküş ne zaman başlamıştır, çöküş için 87 yıl nasıl yeterli olabilmiştir, çöküşü nasıl okumak gerekir?

Örneğin, daha 1923 yılında, cumhuriyet henüz ilan edilmemişken, Lozan’da yapılan görüşmelerde, Türkiye heyetinin temsilcilerinden Rıza Nur’un Lord Curzon’a “Biz Rus’a karşı sizin için bir savunma siperi oluruz. Irak’ta para harcayacağınıza biz size parasız jandarmalık ederiz” demesiyle başlatabilir miyiz çöküşü?

Ya da örneğin, daha 1924 yılında, İş Bankası’nın kurulması ile birlikte sermaye ile tek parti iktidarının iç içe geçmeye başlamasını, iktisat politikalarının sermayenin istekleri doğrultusunda belirlenmesini ve devletteki nüfuzlarını kullanarak rant elde ettikleri için mensupları “aferist” yani “çıkarcı” olarak adlandırılan bir grubun ortaya çıkışını çöküşün başlangıcına yerleştirebilir miyiz?

Korkut Boratav “Türkiye İktisat Tarihi” isimli kitabında aferistlerle ilgili olarak Falih Rıfkı’nın “Çankaya”sından şu satırları aktarır: “İş Bankası’nın bir nevi politikacılar bankası olarak kurulmuş olması, Cumhuriyet tarihi için pek acı bir aferizm salgınının başlangıcı olmuştur… Kolay kazanç elde etmeye çalışanlar… Ankara’da nüfuz tüccarlarını bulmakta ve onlar vasıtasıyla kendi teşebbüsleri içinde sürüklemekte idi.”

Başlangıç noktası olarak neresi alınırsa alınsın, bir gerçek ortadadır, çöküş, Milli Mücadele yılları da dâhil olmak üzere, kuruluşa içkindir ve bu içkinliğin temelinde, sol düşmanlığı ve sermaye çevreleriyle kurulan yakın ilişki vardır. Sol düşmanlığı yükseldikçe ve sermaye devleti ele geçirdikçe, cumhuriyet çözülmüş, çöküşe doğru hızla ilerlemiştir.

Bu noktada şu soru sorulabilir: Her devlet doğası gereği sınıf karakterli değil midir?

Elbette ki böyledir ve cumhuriyet de sınıf karakterli bir rejim olarak kurulmuş, yeni devlet yönünü batılılaşma ve kapitalizm olarak belirlemiş, bir yerli burjuvazi yaratmayı da hedef olarak önüne koymuştur. Ancak önemli olan kapitalizmin taşıyacağı niteliktir. Bir yanlış anlamayı baştan engellemek adına belirteyim kastedilen bir iyi bir de kötü kapitalizm olduğu ve cumhuriyetin bunlardan kötü olanını seçtiği değildir. Kastedilen cumhuriyeti kuran kadrolardan bir bölümünün daha kalkınmacı/sanayileşmeci ve dolayısıyla da göreli olarak daha bağımsızlıkçı bir iktisat anlayışını benimserken, öteki bölümünün yarı-sömürge Osmanlı’dan devralınan bağımlılık ilişkilerinin devamı yönünde bir politika anlayışına sahip olmasıdır. Bu iki tarz-ı siyaset ise cumhuriyeti kuran kadrolara Osmanlı’dan miras kalmıştır.

Bütün bir meşrutiyet dönemi boyunca Türk aydını, Osmanlı’nın dünya sistemi içerisindeki yerini tartışmış ve Ziya Gökalp, Yusuf Akçura gibi isimler bir milli iktisat politikasını ve dolayısıyla korumacı/sanayileşmeci/kalkınmacı paradigmayı benimserken Cavit Bey ve Prens Sabahattin gibi liberal isimler serbest ticareti, emperyalizmle olan bağımlılık ilişkilerini ve Osmanlı’nın dünya sistemine hammadde satıp sınaî ürün alan bir ülke olarak dâhil olması gerektiğini savunmuşlardır.

Türkiye liberalizminin en önemli isimlerinden Cavit Bey’in uzun yıllar ekonomiyi yönetmesine, Osmanlı’nın yarı-sömürge haline gelişindeki en önemli faktör olan kapitülasyonların ancak 1915’te kaldırılmasına ya da kimi korumacı önlemlerin ve milli burjuvazi yetiştirmeye yönelik kimi uygulamaların ancak 1.Dünya savaşı ile başlamasına bakarak İttihat-Terakki’nin bağımlılık ilişkilerini bir türlü doğru bir şekilde kavrayamadığını ve kavradığında ise artık çok geç olduğunu söyleyebiliriz.

İlginç olan, cumhuriyeti kuran kadroların, büyük ölçüde ve tüm bu yaşananlardan ders çıkarmamışçasına, bağımlılık ilişkilerinin devamı yönündeki anlayışı devam ettirmeyi istiyor oluşudur. Tam da bu nedenle, 1929 yılındaki kapitalizmin büyük bunalımına kadar, demiryollarının ve tütün rejisinin millileştirilmesi gibi iki önemli gelişmenin dışında, iktisat politikalarında çok büyük bir değişim olmayacak ve Türkiye dünya sistemi içerisinde tarımsal ürünler ihraç edip, sanayi ürünleri ithal eden bağımlı bir ülke olarak kalmaya devam edecektir.

1929 krizi ile beraber, CHP kadrolarının bir bölümü, Türkiye’nin dünya sistemi içerisindeki yeri bu şekilde kaldıkça gerçek anlamıyla bir kapitalist ekonominin inşa edemeyeceğinin ve yapılması gerekenin sanayileşmek ve bir sanayi burjuvazisi yaratmak olduğunu fark edeceklerdir. İşte 1930’lu yıllarda önce “üç beyaz” olarak adlandırılan un, şeker ve pamuk alanında yatırımlara başlanacak, sonrasında ise maden, çimento, kimya gibi sektörlerde modern fabrikalar kurulmaya başlanacaktır. Devlet, kolektif bir kapitalist gibi davranarak ve elbette ki Türkiye kapitalizminin çıkarları adına, ekonomiye müdahil olacak, kısmen de olsa bir sanayileşme gerçekleştirilecektir.

Devletçilik uygulamalarına en büyük eleştirilerin yine CHP içinden gelmiş olması manidardır. İki tarz-ı siyasetten liberalizmin CHP içerisindeki temsilcileri devletçilik uygulamalarını çok sert bir dille eleştirecekler, İş Bankası grubu ve sermaye çevreleri devletçilik uygulamalarının ve planlamanın sermayenin çıkarlarına aykırı olduğunu iddia ederek, bu uygulamaları engellemek, geciktirmek, etkilerini azaltmak gibi çeşitli yöntemlere başvuracaklardır.

İkinci Dünya Savaşı’nın bitimi ve Soğuk Savaş’la birlikte safını “hür dünya”nın yanı olarak belirleyen Türkiye burjuvazisi önce sanayileşme hedefinden vazgeçecek ve dünya işbölümü içerisindeki rolünü ABD’de savaş sonrası hazırlanan raporlara uygun bir şekilde bir tarım ekonomisi olarak belirleyecek, hemen sonrasında ise cumhuriyetin zayıf da olsa taşıdığı aydınlanmacı ve laik niteliklerinden sıyrılmasını sağlayacak İslamizasyon politikalarını devreye sokacaktır.

Sonrası bilinen bir hikâyedir: DP’nin on yıllık iktidarı, NATO üyeliği, Sovyetler Birliği ve sosyalizm düşmanlığı, Amerikan yardımları, serbest ticaret, planlamadan ve kalkınmacı politikalardan vazgeçiş.

Sonrası yine bilinen bir hikâyedir: 1960’lı yıllar boyunca yükselen sınıf ve öğrenci hareketi ile birlikte devletin bir iç savaş aygıtına dönüşmesi, solun karşısına bir sokak gücü olarak faşist hareketin çıkarılışı, tüm bu süreçte hem devletin hem de faşist hareketin giderek dinsel bir niteliğe kavuşması, sokakta boy göstermeyen İslami hareketin toplumsal yapıya derin bir şekilde nüfuz edişi.

Ve sonrası yine bilinen bir hikâyedir: 12 Eylül darbesi, toplumsal muhalefetin yok edilişi, Türk-İslam sentezinin devlet ideolojisi konumuna kavuşması, palazlanan yeşil sermaye ve aradan geçen 20 yılın ardından AKP’nin, eski rejimin en gerici yanları üzerine yeni bir rejim kuracak bir parti olarak iktidara gelişi.

Şimdilerde AKP’nin yaptığı kuruluşa içkin çöküşü nihayete erdirmek, cumhuriyetin nesnellik gereği sahip çıkmak zorunda olduğu bütün ilerici değerleri ortadan kaldırmak ve çökenin yerine bir ikincisini kurmaktır, kuruluş süreci de büyük ölçüde tamamlanmıştır.

Artık kutlanan değil anılan bir cumhuriyet vardır.

Anlattığımız cumhuriyetin uzun intiharının kısa hikâyesidir.