AKP Türkiye’si: Sosyal Bilimciler İçin Bir Laboratuar

Türkiye’nin son sekiz yılda yaşadığı dönüşüm, bu dönüşüme bizzat kendisi de şahitlik eden, bu dönüşüm sürecinin içinden bizzat kendisi de geçen ve dönüşümün yarattığı sonuçlardan doğrudan etkilenen sosyal bilimciler (bu yazı bağlamında marksist sosyal bilimciler) açısından eşsiz bir hazine niteliği taşıyor. AKP Türkiye’si, iktisattan siyaset bilimine, sosyolojiden tarihe, hukuktan kamu yönetimine, üzerine yüzlerce kitap, makale, yüksek lisans ve doktora tezi yazılması gereken bir laboratuar görünümü arz ediyor.

Sosyal bilimcilerin üzerinde uzun uzadıya durmaları gereken konulardan birisi yaşanan rejim değişikliği olacak. “Türkiye’de 600 senedir hiçbir şey değişmiyor” diyen “marksist” bilim adamlarının varlığını bilsek de, Türkiye’de birinci cumhuriyetin son bulması ve ikincisinin inşa ediliyor olması olgusunun mutlaka tarihsel materyalist bir çerçeveye oturtulması gerekiyor. Birinci cumhuriyetin çöküşünü neyle başlatmalı, çöküş rejimin kendisine içkin miydi, yoksa kuruluş ilkelerinden uzaklaşmayla birlikte mi gündeme geldi, çöküşle sınıf mücadeleleri arasında nasıl bir ilişki var, öncelikli olarak bu soruların yanıtlanması gerekiyor.

Kırılma noktası olarak alınması gereken tarih hangisi, 1946 yani Türkiye’nin Soğuk Savaş’taki yerini batı bloğu olarak belirlemesi mi, 60’ların ortalarından itibaren sola karşı verilen mücadelede devletin giderek bir iç savaş aygıtı halini alması mı, yoksa 12 Eylül mü? Kuşkusuz bu soruların da yukarıdaki sorularla birlikte ele alınması ve yanıtlanması bir zorunluluk.

Bunun yanı sıra birinci cumhuriyetle ikincisi arasındaki süreklilikler ve kopuşların da dikkate alınması, ikincinin birincisinin bir antitezi mi, yoksa onun en gerici yanları üzerinde yükselen ve devamı niteliğini taşıyan bir rejim mi olduğunun ortaya konulması gerekiyor. Böylelikle birinci cumhuriyetin burjuva egemenliğinin bir biçimi olmakla birlikte, tarihsel olarak ilerici bir nitelik taşıdığı, kazanımları ve bu kazanımların nasıl sahiplenilebileceği gibi meseleler de bir açıklığa kavuşturulabilir.

Tüm bu sorulara yanıt aranırken, liberalizmin ve muhafazakârlığın Osmanlı-Türkiye kapitalistleşme sürecini sınıfsız, sınıf mücadelesiz, kapitalizm ve emperyalizmsiz yazmasının karşısına materyalist bir tarihyazımı ile çıkmak gerekiyor. Liberal-muhafazakâr ittifak, Türkiye tarihini ceberut devletle toplum, elitistlerle mütedeyyin kitleler, jakobenlerle dindarlar, vesayetçilerle özgürlükçüler arasındaki mücadeleler ve dolayısıyla sahte ikilikler üzerinden okurken marksistlerin, yarı-sömürge bir ülke haline gelmiş bir imparatorluktan bu niteliği devam eden bir ulus-devlete geçiş sürecini, bu geçişte sınıfların konumunu, bürokrasi ile sınıflar ve devletle sermaye arasındaki ilişkinin niteliğini ve elbette emperyalizmi analizlerine dâhil etmeleri gerekiyor. Böyle bir tarihyazımının devam etmekte olan yeni rejim inşasını doğru bir şekilde anlamayı kolaylaştıracağı ise muhakkak.

İnşası devam etmekte olan yeni rejimin niteliği üzerinde de ayrıntılı bir şekilde çalışmak gerekiyor. Batılı Marksist düşünürlerin, neoliberalizmle birlikte kendi devlet aygıtlarında yaşanan dönüşümle ilgili olarak yazdıklarından hareketle, devletin batıdaki dönüşümü ile Türkiye’deki dönüşümü arasındaki benzerlikler ve farkların ortaya konulması son derece önemli görünüyor. Otoriterleşme eğilimi, yürütmenin güçlenmesi, parlamentonun işlevsizleşmesi, kanun hükmünde kararnamelerle yasal düzenleme yapma sürecinin hızlandırılması ve tüm bunların sermayenin dolaşım hızındaki artışla ilişkilendirilmesi, marksist sosyal bilimcilerin üzerine kafa yormaları gereken meseleler olarak karşılarında duruyor.

Yeni rejimin inşasında yeni rejimin doğasına uygun “muhafazakâr” bir sermaye kesiminin ortaya çıkışı ve bu sermaye kesimi ile devlet arasındaki ilişkinin hangi mekanizmalara dayandığı, TÜSİAD’da temsil edilen geleneksel sermaye ile yeni rejim arasındaki ilişkinin niteliği ve TÜSİAD burjuvazisi ile MÜSİAD ve TUSKON’da temsil edilen sermaye arasındaki benzerlik ve farklılıkların da ortaya konulması gerekiyor.

Yeni rejimin emekçiler ve yoksullar arasındaki popülaritesinin üzerinde uzun uzadıya durulması da bir zorunluluk. Sosyal devlet tasfiye edilirken, Türkiye ekonomisi 2008’den beri ciddi bir kriz içerisindeyken, açlık ve yoksulluk sınırında yaşayan insanların sayısı her geçen gün artıyorken ve milyonlarca insan işsizken AKP’nin yoksul kitlelerden oy almaya ve desteklenmeye devam ediyor oluşunun arkasındaki nedenler, yoksulluğun etkilerini az da olsa telafi edici mekanizmalara, yerel yönetimlerin buradaki rolüne, kurulan patronaj ilişkilerine vs.ye bakarak açık bir şekilde ortaya konulmalı.

Yeni rejim inşa edilirken bir parti devletinin oluşturulmasında kullanılan yöntemler de marksist sosyal bilimciler tarafından mutlaka analiz edilmeli. Eski rejimin bürokrasisinin tasfiyesi, komuta kademesi ile varılan uzlaşma neticesinde askere geri adım attırılması, Ergenekon’un bu sürece olan etkisi, bu tasfiye sürecinin uluslararası boyutu, cemaat-tarikat kadrolaşmasının yoğunlaşması, muhaliflerin sindirilmesi için polisiye tedbirlerin ön plana çıkışı ve polisin yeni rejimin sigortası haline gelişi gibi konular, bu analizin ilk akla gelen başlıkları olarak görünüyor.

Üzerine çalışılması gereken başka bir mesele ise yeni rejimin kurucu unsuru olan partinin, yani AKP’nin, siyasal alanı dizayn edebilmiş ve düzen siyasetinin sağındaki ve solundaki siyasal özneleri yeni rejimin doğasına uygun bir şekilde dönüştürebilmiş olması. Baykal’ın görevden uzaklaştırılmasından BBP’nin yeni rejimin paramiliter bir unsuru olarak ortaya çıkışına, Saadet Partisi’nin bölünerek içerisinden bir “İslami sol parti çıkarılmasından yeni rejim inşasına destek veren “devrimci “ve “sosyalist” partileri görünür kılmaya dek uzanan bir dizayn ve dönüşüm süreci bu ve esaslı bir değerlendirmeyi hak ediyor.

Yeni rejimin ideolojisi de üzerinde durulması gereken başka bir konu. Liberalizmle muhafazakârlığın sentezinden oluşan bu ideolojinin kökenlerini, Genç Osmanlılar’a, yani Jön Türklere kadar götürmek mümkün. “Türkiye’de liberalizm hep güçsüz bir akım oldu” iddialarının aksine, liberalizmin egemen sınıflar açısından her zaman hâkim bir ideoloji niteliği taşıdığını, Türkiye kapitalizminin uluslararası kapitalizme eklemlenmesinde liberal politikaların hep anahtar rol oynadığını ve liberalizmin kendisini daima muhafazakârlıkla birlikte üretiyor oluşunu dikkate almak ve Türkiye’de liberalizmin soykütüğü üzerine daha ayrıntılı çalışmalar yapmak gerekiyor.

Ayrıca AKP iktidarıyla birlikte başta özelleştirmeler, taşeronlaştırmalar ve güvencesiz çalıştırma olmak üzere neoliberalizmin nasıl derinleştirildiğini ortaya koymak, bunun yanı sıra toplumsal hayatın hangi mekanizmalar aracılığıyla muhafazakârlaştırıldığını, kamusal hayatın dinselleştirilmesinde hangi araç ve yöntemlere başvurulduğunu, burada tarikat ve cemaatlerin nasıl bir oynadığını da mutlaka incelemek gerekiyor.

Yeni rejimin söylemi de üzerinde uzun uzadıya durulması gereken konulardan biri. “Demokrasi, özgürlükler, insan hakları, vesayet, statüko, jakobenizm vb.” kavramlar yeni rejimin siyasetçileri ve organik aydınları tarafından nasıl kullanılıyor, bu kavramlar kitlelere hangi araçlarla ulaştırılıyor, kavramların içi nasıl boşaltılarak iktidarın hizmetine sunuluyor, rejim bu söylem aracılığıyla meşruluğunu nasıl sağlıyor gibi sorular da ilk akla gelen sorular olarak karşımızda duruyor. Böylelikle yeni rejim inşası ile birlikte yeni bir söylemin nasıl hâkim hale geldiği ve bu söylemin unsurlarının gündelik konuşma diline nasıl tahvil edildiği gibi sorulara da bir yanıt vermek mümkün hale gelebilir.

Safını emeğin yanı olarak belirleyen bilim insanlarının, daha eşit ve daha özgür bir dünyanın kurulması için verilen mücadelede, yanında bulundukları sınıfın gerçekliğini, yanında bulundukları sınıfın hakikatini üretmeleri gerekiyor. Çünkü sınıflar mücadelesi, aynı zamanda gerçekliğin bilgisi üzerine verilen bir mücadele olma niteliği taşıyor.