12 Haziran’a Dair

AKP, 12 Haziran seçimlerinde yaklaşık yüzde ellilik bir oy oranıyla üçüncü kez tek başına iktidar oldu. AKP’nin tek başına iktidar olması değil belki ama böylesi bir oy oranını yakalamış olması kimilerince büyük bir sürpriz olarak değerlendirildi.

Peki ortada bir sürpriz var mıydı sahiden de? En azından burada yazılanları düzenli bir şekilde takip edenlerin, sonuçları pek de şaşkınlıkla karşılamamış olduklarını tahmin edebiliriz.

Bundan yaklaşık 15 ay önce (30 Mart 2010) bu köşede yayınlanan “AKP, Türk Sağı ve Referandum” isimli yazıda referandumdan genel seçime uzanan süreçte yaşanacaklara ilişkin öngörüler şöyle sıralanmıştı:

“Türk sağının diğer unsurları iktidara gelmelerinin imkânsız olduğunu anladıkları ölçüde, siyasal iktidarı AKP ve cemaate bırakıp, iktisadi ve toplumsal alanda kendi paylarına düşen yaşam alanlarına razı olmuş durumdalar. Ve AKP de kendi iktidarını devam ettirebilmesinin yolunun kendi dışındaki sağ unsurlara bu yaşam alanlarını, bu iktidar adacıklarını sağlamak olduğunun farkında. İşte bu nedenle de AKP ile Türk sağının diğer özneleri arasında sembiyotik ve varoluşsal bir ilişki var biri olmadan diğerinin varlığını devam ettirebilmesi söz konusu değil çünkü.

AKP ile Türk sağının geri kalanı arasındaki ilişkiyi anlamak, eğer AKP son anda bir sürpriz yapıp vazgeçmezse, önümüzdeki günlerde içine gireceğimiz referandum sürecinde yaşanacakları anlamak açısından da önemli. Muhalefetin AKP’ye yönelik bir güvenoyu yoklamasına dönüştürmek isteyeceği anayasa değişikliği referandumunu, AKP yeni rejimin unsurları ile eski rejimin unsurları arasındaki bir mücadeleye dönüştürecek ve ayrışmayı milliyetçi, muhafazakâr, mukaddesatçı, demokrat, sivil güçlerle yani bir bütün halinde Türk sağı ile onun dışında kalan herkes, yani laikler, Aleviler, AKP projesine dâhil olmayan Kürtler, din ve Türklük düşmanları, askeri vesayet rejiminin devamından yana olanlar, komünistler gibi kategoriler üzerinden gündeme getirecek, yani “karşı taraf”ın torbasına yeni rejim inşasına destek vermeyen bütün unsurlar yerleştirilecek.

Böylelikle Türkiye toplumunun iktisadi krize ya da AKP’nin icraatlarının bütününe yönelik bir tepki üzerinden değil de, o kadim mesele üzerinden yani din ve kültür üzerinden ayrışması sağlanacak. Bu ise beraberinde MHP’ninki de dâhil sağ siyasi partilerin tabanlarının önemlice bir bölümünün referandumda evet oyu vermelerini getirecek ve AKP referandumdan başarıyla çıkacak. Referandumda kazanılacak başarı ise seçime tahvil edilmek istenecek ve referandumun hemen ardından üçüncü kez tek başına iktidar hedefiyle seçime gidilecek, yeni rejimin anayasası ise ancak böyle bir üçüncü iktidar döneminde söz konusu olabilecek.”

Referanduma ve seçime gidilen süreçte, AKP ile Türk sağının geri kalanı arasında tam da söz konusu yazıda tarif edilen bir durum söz konusu oldu. MHP dışındaki sağ partiler , -ki MHP de uzunca bir süre aynı şeyi yapmıştı- AKP’nin yeni rejim inşasına ellerinden gelen bütün desteği verdiler. Sonuç ise siyaset sahnesinden bütünüyle silinmeleri oldu yüzde on seçim barajının mevcut olduğu ve seçmenin sandıkta en güçlüye yönelmesinin gelenek halini aldığı bir siyasal iklimde aksi de düşünülemezdi zaten.

AKP’nin, Türk sağının MHP dışındaki tamamının tabanını kapsar duruma gelmesindeki başka bir etken, siyasetin temel ilkesi olan dost-düşman ayrımını son derece başarılı bir şekilde hayata geçirebilmesiydi. “Silivri-Kandil Hattı”nın –en azından bugün ve en azından mevcut somutlukta- herhangi bir gerçekliği olmadığını Erdoğan da biliyordu kuşkusuz ama böylesi bir hattın varlığından seçim meydanlarında söz edilmesi gerekiyordu. Çünkü ancak bu sayede Kürt hareketi ile cumhuriyetçiler/Kemalistler arasında bir bağlantı kurulabilecek ve ancak bu şekilde ikisi birden düşman kategorisine dâhil edilebilecekti. Üstelik bu yapılırken, hem Kürt hareketinin hem de cumhuriyetçilerin/Kemalistlerin “İslam düşmanlığı” ve –Kürt hareketi özelinde “Zerdüştlüğü”- dile getirilecek, böylelikle de dindar Kürtlerin ve dindar Türklerin AKP’ye yönelmeleri sağlanabilecekti. Tam da bu nedenle, Erdoğan’ın miting alanlarında yaptığı her konuşmayı dini motiflerle süslemesi, Kılıçdaroğlu ile ilgili olarak kuracağı her cümleyi Alevilikle ilintilendirmesi ve Kılıçdaroğlu’nun Aleviliğine vurgu yapması bir zorunluluktu. Buna bir de sol düşmanlığı ile bezeli bir söylem eklendiğinde işlem tamamlanmış oluyordu. Sonuçta, Sünni-muhafazakâr Türklerin çoğu ve Sünni-muhafazakâr Kürtlerin küçümsenemeyecek bir bölümü oylarını AKP’ye verdiler.

Kuşkusuz tüm bunlara, yine bu köşede sıkça bahsedilen yoksullara ilişkin geliştirilen yardım mekanizmalarının, cemaatin, yaratılan Erdoğan kültünün, TOKİ projelerinin, İsrail, ABD ve TÜSİAD’a ilişkin hamasi söylemlerin, “hizmet yanılsaması”nın ve AKP’nin geniş kitleler nezdindeki alternatifsizliğinin de eklenmesi gerekiyor. Dolayısıyla tüm bunlar üst üste konulduğunda seçim sonuçlarını sürpriz olarak değerlendirmek pek de mümkün görünmüyor.

Üstelik bu sonuçlar, müdahale edilmediğinde, bu topraklarda tarihin tekerrür etmekte bir sakınca görmediğini de bize gösteriyor. Türkiye’yi kimi istisnai ve kısa süreli durumlar dışarıda tutulduğunda son 60 yıldır merkez sağ partiler yönetiyor ve bu partiler ekonomiyi minimal bir dengede tutabildikleri ve Sünni-muhafazakâr kitlelerin arzularını manipüle edebildikleri sürece iktidarda kalmayı başarıyor.

İşte tam da bu nedenle, 12 Haziran seçimlerinden AKP’nin aldığı oy oranı üzerinden bir karamsarlık üretmenin herhangi bir anlamı bulunmuyor. AKP, müdahale edilmediğinde tekerrür eden tarihin bir ürünü olarak karşımızda duruyor.

Bunun yerine, sosyalist solun neden sağcılığın karşısına gerçek bir rakip olarak çıkamadığı, sağın kitlelerle kurduğu bağın bir benzerini nasıl olup da kuramadığı, neden bir türlü toplumsallaşmadığı, toplumla temasının nasıl bu noktaya geldiği, toplumla temas edebilecek araçları neden bir türlü geliştiremediği, söylediklerinin toplumda neden herhangi bir karşılığının olmadığı vb. meseleler üzerine odaklanmak gerekiyor.

Daha somut konuşalım: Günlük bir gazeteye, haftalık ve aylık dergilere, bir haber kanalına, bir haber ajansına, araştırma merkezlerine, kültür merkezlerine, dayanışma merkezlerine, dershanelere, yurtlara, kurslara, okullara, bunların nasıl yaratılabileceğine odaklanmak gerekiyor. Çünkü bunlar yoksa oy da yok, bunlar yoksa sokak da yok, bunlar yoksa eylem de yok, bunlar yoksa muhalefet de yok.

Bunu yapmak ise Türkiye solunun “nerede hata yapıyoruz”, hadi bunu da geçelim, “acaba bir hata mı yapıyoruz” sorusunu sormasını tarihsel bir zorunluluk haline getiriyor. Bu ise, belki söylemeye bile gerek yok ama ne ilkelerimizden, ne tarihi mirasımızdan, ne de ideolojimizden vazgeçmek anlamına geliyor.
Bir yanıt peşindeyiz, doğru bir yanıt, aradığımız sadece bu.