Sabra ve Şatilla katliamının üzerinden 37 yıl geçti

Geçen hafta Lübnan’daki halk ayaklanmasından bahsetmişken bu coğrafyada yaşananları biraz daha anlamaya çalışmakta yarar var.

Örneğin, Sabra ve Şatilla katliamını. 

Benim yaşımdakiler az çok hatırlıyor, gençler içinse 1982 sanki M.Ö. yaşanmış gibi. Oysa daha ne kadar yakın.

1948’de İsrail işgali başlayınca Filistinlilerin göçü de başlar. 1967 İsrail-Arap savaşından sonra ise işgal genişler ve Filistinli mülteciler kitleler halinde Lübnan’a gelmek zorunda kalırlar.

Bu hem Lübnan’ın toplumsal yapısı üzerine büyük bir yük bindirir, hem de Lübnan’ı İsrail ile sürekli savaş haline sürükler. Filistinlilerle birlikte Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve gerillaları da Lübnan’a gelmiştir. 

Sonuçta hemen bütün halk Arap kökenli olmasına ve aynı dili konuşmasına rağmen dinsel-mezhepsel ayrım emperyalizm tarafından kışkırtılır, beslenir.

Dürziler ve Müslümanların genel olarak sol eğilimli, Hristiyanların sağ eğilimli ve İsrail işbirlikçisi olduğu bir iç savaş Lübnan’ı esir alır.

İsrail’in Lübnan’ı işgal etmesi üzerine ulaşılan anlaşma gereği 1982 Ağustos’unda FKÖ Lübnan’ı çok buruk bir şekilde terk etti. ABD deniz piyadeleri ve Fransız ordusu eşliğinde Filistinli gerillalar sadece hafif silahlarını alarak gemilere binip uzaklaştılar.

Doğdukları coğrafyadan, ailelerinden uzağa, emperyalist devletlerin gözetiminde gurbete atıldılar.

İç savaş esnasında silahla korudukları Beyrut’un içindeki Sabra ve Şatilla mülteci kampları savunmasız kaldı. Güya anlaşma doğrultusunda uluslararası kuvvetler tarafından korunacaktı kamplar.

O günlerde Lübnan Cumhurbaşkanı olarak seçilen Hristiyanların lideri Beşir Camayel’in İsrail devleti ile arası açıldı ve bombalı bir saldırıda öldü. Hâlâ tam olarak anlaşılamasa da bu cinayeti İsrail’in işlediği akla yakın bulunuyor.

Suç FKÖ’ye atıldı, İsrail ordusu 15 Eylül 1982’de batı Beyrut’a girerek işgale başladı. Sabra ve Şatilla İsrail tankları tarafından kuşatıldı. 16 Eylül’de Falanjistler (Lübnanlı Hristiyanların sağcı milisleri) İsrail ordusunun gözetiminde kamplara girdiler.

18 Eylül’de kamplara ulaşan gazeteciler dünyanın en dayanılmaz görüntüsü ile karşılaştı. Hâlâ sayı tam olarak bilinmiyor ama 3 bine yakın çoğu kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan tamamen savunmasız halk feci bir şekilde katledilmişti. Az sayıda tanık yaşadıkları dehşetten dolayı delirmek üzereydi.

Operasyondan sorumlu olan Şaron görevinden alındı ve adı “Beyrut Kasabı” olarak kaldı, ama bir süre sonra başbakanlık gibi önemli görevlere dönecekti.

Sorumlular, Belçika’da yargılanmak istendi. ABD ve İsrail’in baskısıyla dava düşürüldü, tanıklar cinayete kurban gittiler vb.

Buradan ve Lübnan’daki ayaklanmadan çıkartılacak şeyler var:

Öncelikle Lübnan’da yaşanacaklar İsrail ve ABD başta olmak üzere emperyalist devletlerin her türlü cinayeti ve hileyi göz alan etkisinden bağımsız düşünülemez.

İkincisi, İsrail devleti ve egemen sınıfıyla işbirliği hiçbir halka ve kuruma onur getirmemiştir. 

Üçüncüsü ise, Lübnan’daki yoksulluğa, kötü yönetilmeye ve toplumsal eşitsizliğe karşı isyana dayanan ayaklanma birçok kişinin söylediği gibi bir devrim anlamına gelmiyor. Her ne kadar mezheplerden bağımsız bir emekçi kimliği doğuyor olsa da tıpkı “Arap Baharı”nda olduğu gibi, devrimci bir programa sahip bir öznenin bu meşru kalkışmaya yön verdiğine ilişkin bir iz yok.

Nasıl Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da çok farklı yerlere sürüklendiyse ayaklanma hali Lübnan’da da bu olasılık duruyor.

Arap coğrafyasını kurtaracak, kalıcı barışı sağlayacak, İsrail’in insanlık dışı siyasetine, gerici Arap rejimlerine ve sermaye egemenliğine son verecek tek şeyin bir birleşik sosyalist cumhuriyeti hedefleyen işçi sınıfı öncülüğü olduğunu söylemeliyiz.

Dünyanın her yerinde emekçi sınıfların bu ayaklanma hali eş zamanlı veya arka arkaya yaşanacak. Devrimin eşiği şu an yüksek, ama bir özne devrimine ulaştığında eşik giderek düşecek.

Şu anda çağımızın başka bir anlamı yok.