Kriz mi çöküş mü?

Emekçi sınıflara dayanan bir siyasetin kriz ve çöküşü birbirinden ayırt etmesi hep önemli oldu.

Şimdi dünyaya ve en nihayet Türkiye’ye baktığımızda çok boyutlu ve derin bir krizi fark ediyoruz. Bu hem siyasi, hem moral, hem iktisadi bir kriz.

Siyasi kriz denince ilk akla gelen güncel örnek, Brezilya seçimleri.

28 Ekim’de ikinci turu yapılacak devlet başkanlığı seçimlerinde faşistin teki olduğu kendi ve çevresi tarafından hiç saklanmayan Bolsonaro’nun seçilmesi büyük olasılık. Şimdiden Bolsonaro yanlılarının sokaklarda gösterdiği saldırganlık seçim sürecine damgasını vurdu.

Burada bir yanılsamayı düzeltmek gerekiyor, İşçi Partisi’nin 13 yıl süren uzun yöneticilik döneminde de iktidarda olan sınıf Brezilya burjuvazisiydi. İşçi Partisi emekçi sınıfların sömürülme mekanizmalarına hiç dokunmadı, yaptığı şey ulusal gelirden yoksul emekçi sınıflara bir “yardım” payı ayırması oldu. Emperyalist sistemin içinde yükselmek ve yeni bir yer edinmek isteyen her burjuvazi ulusal düzeyde emekçi sınıflarına bir pay ayırmak zorundadır.

ABD’nin müdahalesinin ve Brezilya burjuvazisinin derinleşen krizde bu sosyal paya da göz dikmesinin faşist bir adayın ve partinin tercih edilmesine neden olduğu anlaşılıyor.

Bolsonaro’nun seçilmesi durumunda nasıl bir rejimin inşa edileceğini göreceğiz. Ancak muhtemelen Brezilya’daki bu kriz ulusal sınırlar içinde kalmayacak, örneğin Venezuela ve Küba’ya dönük saldırganlığın artmasına da yol açacak.

Krizin diğer bir güncel örneği, Avrupa Birliği’ndeki önlenemeyen çatırdama.

Macaristan ile yaşanan derin krizden sonra geçen hafta İtalya’nın devlet bütçesinde sosyal harcamalara bir miktar daha pay ayırması siyasi bir krize neden oldu. AB’yi oluşturan ulusların burjuvazileri kendi yakın vadeli çıkarları doğrultusunda davranmaya doğru gidiyorlar. Irkçı, faşizan ve milliyetçi siyasetlerin giderek ağırlığını artırmasının burjuva demokrasisi denilen sahtekârlıkla örtülmesi zorlaşıyor.

Öte yandan emperyalist dünyada yaşanan moral kriz Kaşıkçı cinayetiyle saklanamaz hale geldi. Söz konusu planlı cinayeti işleyen Suudi Arabistan devletinin düzenlediği toplantıya hemen bütün tekellerin yöneticileri katıldılar ve iki gün içerisinde 50 milyar dolarlık yatırım anlaşmalarına imza koydular. Rusya ise petrol piyasalarını Suudilerle birlikte kontrol etmeye devam edebildikleri için cinayeti görmezden gelmeyi tercih etti.

Kapitalizmin uzun süredir yapısal bir kriz içinde olduğunu biliyoruz, bunun belirtileri ve nedenleri bu kısa yazıya sığmaz. Ama kendi ağızlarından bir veriyi paylaşırsak durumun ciddiyeti ortaya çıkacaktır.

ABD kökenli ve dünyanın en büyük finans tekellerinden biri olan JPMorgan ABD’nin resesyona yani bir ekonomik gerilemeye girme olasılığını iki yıl içinde %60, üç yıl içinde %80 olarak hesaplamış. Unutmayalım, herhangi bir ülkeden değil, halen emperyalist hegemonyanın tepe ülkesinden bahsediyoruz.

Bu güncel ve yüzeysel derleme bile krizin boyutlarını bize gösteriyor ama bu henüz bir çöküş anlamına gelmiyor.

Her yerde bu krizi bir şekilde idare edecek politikacıları seçmek için halkın önüne sandık konuyor.

Hâlâ insanların birbirini kuralsızca öldürmesine, soymasına izin verilmiyor. Hırsızlığın dik alası olan sömürü ilişkileri bütün acımasızlığı ile ama olağan seyrinde bu sayede sürüyor.

Hâlâ borçlar döndürülebiliyor, hala uyduruk kâğıtlardan mali sermaye kazanç elde etmeye devam ediyor.

Hâlâ savaş provaları yapıyorlar ama sermayeyi kitlesel olarak değersizleştirecek bir savaşı göze alamıyorlar vb.

Dünyada her yerde işçi sınıfının siyasi öncüleri için bunun bir şans olduğunu söylemeliyiz. Bu kriz esnasında toplumun bütün kılcal damarlarında dolaşmayan, işçi direnişleri içinde yer almayan, emekçilerin vicdanında ve aklında yer etmeyen bir siyasetin çöküşe müdahale etmeye ne hali, ne hakkı olacaktır.

Bu durumda çöküşe kadar sürecek bu aralığın bir saniyesini bile kaybetmeden kullanmak gerekiyor.